10/10/2016 | Yazar: Tunca Özlen

Bir bakıma her gün bu düzene bir tuğla da biz koyuyoruz. Kapitalizmi örgütlü mücadeleyle yıkmadan, çelişkilerle yüklü bu yaşamdan kaçış yok.

Gündelik yaşamın her aşamasında etrafımızı saran, dolaylı ve dolambaçlı yollardan zihnimizi kuşatan, benliğimizi teslim almak için hiçbir alanda boşluk bırakmayan bir düzende yaşıyoruz. Gözlerini bu düzende açmış ancak ona teslim olmamış, bununla yetinmeyerek yeni bir düzen arayışının bir parçası olmuş herkes bahsedilen kuşatılmışlığı yaşamında hisseder. Bu abluka insanda bazen köşeye sıkışmışlık ve yılgınlık, bazen öfke ve isyan duygularını uyandırır.    

Kapitalizm koşullarında başka bir düzeni tahayyül etmek, sosyalizm için mücadele etmek çelişkilerle yüklü bir süreçtir. Okuduğumuz, üzerine saatlerce tartıştığımız, düşlediğimiz toplumsal sistemle her başlıkta zıt bir düzende nefes alıp vermek yıpratıcı, hatta çürütücü olabilir. Kapitalizm koşullarında yaşamak, kapitalizmin bünyesinde ortaya çıkmış üretim tarzına, toplumsal ilişkilere, söyleme ve kültüre bir biçimde eklemlenmeyi beraberinde getirir.

Bazen insanlar, kendilerini düzenin bozucu, çürütücü etkilerinden korumak için kapitalizme farklı düzlemlerde ‘mikro-alternatifler’ geliştirmeye çalışırlar. Belirli markaları boykot etmek, tarım ürünlerini kendi imkânlarıyla yetiştirmek, evde içki üretmek gibi giderek popülerleşen yöntemleri, kapitalizmin üretim süreçlerine çomak sokmak adına savunuruz. Belki onu yıkamamışızdır ancak kapitalizme ruhumuzu satmadığımızı kendimize ve çevremize göstermek isteriz.

Düzenin yarattığı cahil, zorba ve köktendinci insan tipolojisinin toplumsal yaşama giderek daha fazla egemen olması, çoğumuzu sadece benzer dünya görüşlerine sahip olduğumuz insanlarla görüşmeye, sosyal ilişkilerimizi sterilize edilmiş bir arkadaş grubuyla sınırlamaya iter. Arkadaşlarımızın çoğu ateisttir, Alevidir veya solcudur. İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz akrabalarımızla görüşmeyerek, sürekli dini paylaşımlar yapan arkadaşlarımızı Facebook’tan engelleyerek onları gözümüzden uzak tutarız.   

Sokakta, metroda, parkta devamlı müzik dinlememizin bir nedeni de insanların konuşmalarını, bu konuşmalarda geçen asap bozucu argümanları, önyargıları, hakaretleri duymamaktır. Söylemin maddi bir gücü olduğunu, her gün yeniden inşa edilen toplumsal ilişkileri şekillendirdiğini bildiğimiz için dilimize özen gösteririz. Kadınları, eşcinselleri, engellileri ve sayısız grubu rencide etmemek adına sözcük dağarcığımızdaki pek çok sözcüğü rafa kaldırır, birini incitmemek adına bazen susmayı tercih ederiz.

Televizyonun üzerindeki bir karış tozun, internetten yabancı dizi izlemeye başlamamızın, sadece kendimize yakın hissettiğimiz haber sitelerini takip etmemizin nedeni ‘popüler kültür’ denilen lümpenlikten uzak durmak istememizdir. Yaşadığımız kentin belirli bölgelerine toplaşmış, sayısı iki elin parmağını geçmeyecek mekâna takılır, tanıdık yüzler gördükçe rahatlarız. Çirkinlik ve zevksizlikten uzakta, biz bizeyizdir.

Kapitalizmin bünyesinde serpilen üretim tarzına, toplumsal ilişkilere, söyleme ve kültüre kendimizce alternatifler üretmeye çalışmanın işaret ettiği bir eğilim hemen göze çarpar: Bu düzenin değişmesi gerektiğine ikna olmuş toplumsal kesimlerin içe kapanmaları ve yalnızlaşmaları. ‘Kapitalizmden kaçmak’ için çevremize öreceğimiz duvar, ironik biçimde düzenle değil yaşamla aramıza girmeye başlar. İçe kapanma çürümeyi, yalnızlaşma teslimiyeti beraberinde getirir. Nihayetinde, kendimizi olmaktan korktuğumuz yerde buluruz.

Kapitalizmin belirleniminden gündelik pratiklerle uzaklaşmayı istemek, düzenin çirkinliklerinden kendimizi korumaya çalışmak tek başına sorunlu başlıklar olarak görülemez. Çıkmaz, bunları bireysel ölçekte başarmanın mümkün olduğuna inanmak, daha kötüsü örgütlü mücadelenin yerine geçirmeye çalışmaktır. Örgütlü mücadele salt korumacı bir pozisyona indirgenemez ancak insanlığımızı, erdemlerimizi, inandığımız ilkeleri koruyacaksak bunu tek başımıza başaramayız. Aklımızı düzenden korumak, her şeyden önce ideolojik mücadeleyi gerektirir.

İdeolojik mücadele kulağa soyut gelebilir, salt bir şeylere karşı çıkmayı çağrıştırabilir. Aksine ancak ideolojik mücadele sayesinde kapitalizmin ötesini tahayyül edebilir, düşlediğimiz yeni toplumsal düzenin tarihsel dayanaklarını bugünden kavrayabiliriz. İdeolojik mücadele vermeksizin kapitalizmden ötesini, sınıfsız, sömürüsüz ve cinsiyetsiz bir toplumu somut bir alternatif olarak ne kafamızda canlandırabiliriz, ne de başkalarına anlatabiliriz.

Kafamızdaki sosyalizm ve Yeni İnsan tahayyülünü gündelik yaşamımıza ve çevremizle kurduğumuz ilişkilere yansıtabilmek için, önce kendimizi örgütlü mücadele içinde yeniden kurmalıyız. Düzenin pompaladığı tüketim kültürünün, çürümüşlüğün, lümpenliğin, bencilliğin karşısına kuracağımız toplumsal ilişkiler içinde filizlenen dayanışmayla, eşitlikçilikle, yeni bir dille ve ahlakla, yoldaşlıkla çıkabiliriz. Tekrarlamakta fayda var; bunu ancak kolektif bir mücadelenin parçası olarak, çoğalarak başarabiliriz. Aksi takdirde umutlarımız, kapitalizm içinde kurtarılmış adacıklar, ütopyalar yaratma uğraşının sürekli hüsrana uğramasıyla birer birer tükenir.

Evet, kapitalizm koşullarında yaşıyoruz. Yalnızca temel ihtiyaçlarımız için bile olsa tüketiyor, para harcıyor, patronların servetine servet katmalarını sağlayan işlerde çalışıyoruz. Bir bakıma her gün bu düzene bir tuğla da biz koyuyoruz. Kapitalizmi örgütlü mücadeleyle yıkmadan, çelişkilerle yüklü bu yaşamdan kaçış yok. Hepimizin emeğinden ve yaşamından çalınarak örülen bu duvardan her gün üç tuğla sökmek, sosyalizm mücadelesinin güçlenmesine, yaygınlaşmasına ve gerçek bir toplumsal güç haline gelmesine bağlı.  

Kolay görünen yolun sonu çıkmaz sokak, zor olansa tek gerçekçi seçenek.

*Bu yazı ilk olarak soL Haber Portalı’nda yayınlanmıştır.


Etiketler:
nefret