12/09/2012 | Yazar: Ali Erol

‘Ben devrim istiyorum’ cümlesinde benim içime sığmayan heyecanı paylaşan ilişkiler ve bireyler olduğu gibi, gülümseme lütfunda bile bulunmayan insanlar da var etrafımda. Benim devrim istiyor olmam bu insanlar için dönüp bakılmayacak kadar önemsiz bir şey aslında.

“Ben devrim istiyorum” cümlesinde benim içime sığmayan heyecanı paylaşan ilişkiler ve bireyler olduğu gibi, gülümseme lütfunda bile bulunmayan insanlar da var etrafımda. Benim devrim istiyor olmam bu insanlar için dönüp bakılmayacak kadar önemsiz bir şey aslında.
 
Bu ilişkiler artık gerçekten kurtulunması gereken ilişkilerse niye birlikte kurtulmuyoruz? Sen bütün bunları yeniden üretiyorsun günlük hayatında, ilişkilerinde, evliliğinde, ailende, çocuğunla kurduğun ilişkide, çocuğunu gönderdiğin okuldaki eğitimde, ama aynı şeyleri eşitlikçi biçimde ben talep ettiğimde problem oluyor. Bu problemin böyle tanımlanması bence ön açıcı, yeni bir alana kanalize edici değil. Ama biz bu ablukayı dağıtmak istiyoruz.
 
Birikim Dergisinin, Mayıs-Haziran 2006 tarihli 205-206 sayısında, “DEVRİM? Dün-bugün-yarın” dosyasında yayınlandı.
 
Ali Erol ile söyleşi
Toptan Devrim bir Haklar Hiyerarşisi mi?
Murat Güney - Canay Özden
 
MG: Sizin için devrim ne ifade ediyor?
 
Ben kendi hayatımdan hareketle bu soruya cevap verebilirim. Belki eşcinsel olmam, eşcinsel olmamın çok erken yaşlarda farkına varmamdan dolayı çocukluğumda köyde, sonra Mersin’de hep bir farklılık ve radikal bir ötelemeyle karşı karşıya kaldım. Sonra üniversitede kendine devrimci diyen insanlarla karşılaşmaya başladık. Aslında benim de, heteroseksüel bazı arkadaşlarımın da devrim hayali vardı. Kendilerini “Ben devrimciyim” diye tanımlamasalar da devrim için bir şeyler yaptıklarını düşünürlerdi, düşünürdük. Ama devrimciliğin asıl sahibiymiş gibi davranan insanlar bizi devrimci olarak görmezlerdi. Ben o zaman şunu fark etmiştim: Ben elimden geldiğince, aklımın erdiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum, bu toplumu ve ilişkileri dönüştürmeye çalışıyorum; ben devrimci olmuyorum ama benimle aynı okuldaki insanlar üç tane sloganla hayat boyunca devrimci olabiliyorlar! Benim ilk kırılma noktam herhalde o döneme tekabül ediyor. Bu, devrim, devrimci, devrim için mücadele etme kavramlarının, amiyane deyişle “e iyi de neyi devireceğiz, yerine ne koyacağız?” anlamındaki soruların gündeme gelmesine ve bu soruları masaya yatırmamıza vesile olmuştu. Orada hüzün veren bir nokta vardı; ben onlardan belki çok daha fazla çalışıyorum, tek başımayken bile aynı pratiği sergilemeye çalışıyorum, ama ben devrimci değilim! Bu nasıl oluyor? “Peki onun devrimi ne ola ki?” sorusu akla geliyor. Şu konu benim için de geçerli: Devrim kökten bir değişim. Halihazırdaki ilişkilerin, sosyal örgütlenme biçiminin kökten bir değişimi tanımına katılıyorum. Fakat politik iktidarın fethi anlamında bir devrim bana hiçbir zaman heyecan vermedi. Bu, anarşiyle ilişkilenmeden önce de kendiliğinden gelişen bir şeydi. Benim anladığım devrim sosyal bir değişim. Sosyal ilişkilerin kökten ve radikal bir değişiminden ben devrimi anlıyorum. Burada bir sonraki cümleyi aydınlatmak gerekir. İster bir yıkım gerçekleşsin, ister halihazırdaki politik iktidar el değiştirsin, artık biz biliyoruz ki insan ilişkileri “Bugün devrim oldu, yarın her şey değişti” şeklinde olmuyor. İlişkilerin yeniden ve yeniden sorgulanarak kurulması anlamında devrim aynı zamanda bir süreç.
 
CÖ: Siz kendinize devrimci diyor musunuz?
 
Bu toplumda kendisine o kadar çok devrimci diyen var ki belki ben kendime devrimci demiyorum. Ama ben devrim istiyorum. Fakat “Ben devrim istiyorum” cümlesinde benim içime sığmayan heyecanı paylaşan ilişkiler ve bireyler olduğu gibi, gülümseme lütfunda bile bulunmayan insanlar da var etrafımda. Benim devrim istiyor olmam bu insanlar için dönüp bakılmayacak kadar önemsiz bir şey aslında. Hâlihazırda devrimci sıfatını veya devrim mesleğini gasp etmiş ve hiç kimseye hayatı pahasına kaptırmaya niyeti olmayan insanlar var. Bu insanların devrimcilik adına yaratmaya çalıştığı ya da yaratmak istediklerini söyledikleri hayatları düşündüğümüzde, bu hayat benim için bir hapishane olacak herhalde.
 
MG: Peki kafanızdaki devrim projesinde kendi durduğunuz yeri nasıl bir nokta olarak görüyorsunuz? Dönüşüm sürecinde entelektüel çabanın rolü nedir?
 
Kendini böyle tanımlayan kesimlere baktığımızda ben entelektüel öncü gibi bir tanımı kendi adıma çok da tercih etmem. Aslında bu konumlanma tam da radikal bir şekilde değiştirmek istediğimiz hayatın ve ilişkilerin dışında kalıyor. Biz kendimiz de malum ki eşcinseliz, bizim Kaos GL içinde ürettiğimiz söz kendi hayatımız için ürettiğimiz bir sözdü. Hayatın içinde sıradan eşcinsellerdik. Sıradan eşcinseller olarak birbirimizi bulduk ve sürekli bir kıyıda kalma, hiçbir soruna müdahale edememe halinden farklı bir şey olabilir mi acaba, kendi sorunlarımıza kendimiz sahip çıkabilir miyiz, dönüştürmek için bir yerden başlayabilir miyiz diye Kaos GL sürecini başlattık. Geçmişte öncü kelimesi kullanılıyordu, mesela günümüzde aktivist kelimesini kullanıyoruz; ama aktivist kelimesinde bile bir sorun olduğunu çok çabuk fark ettik biz. Çünkü ister entelektüel olsun, ister Türkiye’deki solcuların “Devrim için halkın öncüsü” esprisiyle ürettikleri pratik olsun, çok çabuk hayattan kopabiliyor. Dolayısıyla bizim aslında değiştirmeye çalıştığımız, yeniden üretmeye çalıştığımız kendi hayatlarımızdı. Çok amiyane bir tabir olacak da, gerçekten herkes kendi sorununa sahip çıkarsa gerçekten değişim anlamlı oluyor, hayata sızıyor.
 
CÖ: “Kendi yaşam pratiğimde zaten olan bir şey” dediniz, herkesin kendi sorununa sahip çıkmasının altını çizdiniz. Acaba devrim kimlik politikasına mı dönüşüyor? Herkesin uyguladığı bir kimlik politikası olursa ve herkes farklı farklı devrimler tahayyül ederse, bu devrim tahayyülleri paralel gidebilir mi?
 
Anaakım medyanın da popüler olana odaklanmasının etkisiyle gay life üzerinden sisteme bir entegrasyon sözkonusuymuş gibi görülüyor. Buradan bakan pek çok insan yalnızca bunu görüyor: Bir yaşam tarzı. Tamam, gay life var da, özellikle 68’i tekrar gözden geçirdiğimizde bir de gay liberation vardı, bütün insanlar için cinsel özgürlük düşüncesi vardı. Ama şu anda ne deniyor haklı olarak? “İktidar aslında yukarıda duruyor, biz burada kendi küçük hapishanelerimizin içinde kalıyoruz” deniyor, “Bu bir kimlik politikası, bunun adına devrim bile desek böyle bir şey nereye varır?” gibi sorular soruluyor. Ama niye böyle bir şeye mahkûm olalım ki? Bu noktadan ezilenlerin birlikte özgürleşme koalisyonu da çıkabilir; niye çıkmasın? Dolayısıyla buradan bize gelecek eleştiri aslında birlikte dönüşmeye ve bizim hareket alanımızdaki sorunlara işaret ediyorsa bu çok güzel bir eleştiri olabilir. Yok eğer, kendi durduğun yeri sen yeniden merkezi olarak üretir ve merkezi olarak tanımlayıp, benim durduğum yeri “bu çıkmaz sokak, kimlik politikası vs.” diye aşağılayarak tanımlarsan aslında aramızdaki mesafenin kapanmasını istemiyorsun, tam tersine benim sana biat etmemi, senin merkezin üzerinden kendimi tali olarak yeniden tanımlamamı istiyorsun demektir. Böyle bir şeyin zaten kendisi sorunlu olduğu için 68 patladı. Şimdi niye tekrar sanki 68 hiç olmamış gibi öncesine dönelim ki? Bize farklı farklı gruplar tarafından hep şu dendi: “Memlekette bunca sorun varken şimdi bunun sırası mı?”… Bu tam da bir haklar hiyerarşisi! Yani toptan devrimi o insanlar aslında bir haklar hiyerarşisi olarak görüyorlar. Bizim kastettiğimiz herkesin kendi sorununa odaklanıp diğerini görmemesi değil, farklı özgürleşme hareketlerinin paralel ve elele yürümesi. Dolayısıyla tanımlanan o toptan devrim, aslında sadece kitabi bir şey. Önemli olan bunu içini doldurmak.
 
MG: Siz mesela eşcinsellerin evlilik hakkı, miras hakkının devlet tarafından verilmesini, mücadelenin bir parçası olarak görüyorsunuz. Devletten hak talep etmek, onu tanımak ve ona tabi bir ilişki üretmek anlamına gelmiyor mu? Bunu devrimle nasıl bağdaştırabiliriz?
 
Buna hep biraz da savunma mekanizmasıyla cevap verme durumunda bırakılıyoruz. Bu durumu birlikte mesele edinerek bir çözüm yolu arama şeklinde sorulabilir elbette bu soru, bir de şöyle sorulabilir: “Ne kadar da çok şey istiyorsun!” Özellikle önceki yıllarda bu sorular bize aslında homofobinin bir aracı olarak da geliyordu. Ben artık insanlara “Kendi yapamadığın devrimi benim yapmamı ve beni ancak böyle lütfedip kabul etmeyi düşünüyorsun herhalde” demek durumunda kalıyordum. Biz ancak total bir reddiye üzerinden giden anarşistlerin pratiğini bile aşan bir pratik ortaya koyarsak lütfen kabul edilecektik. Eskisi gibi açıkça küfredemedikleri için entelektüel bir homofobinün ürünü olarak da dile getirebildiler böyle soruları.
 
MG: Belki bu eleştiriyi dile getirenler devleti iktidarın merkezi noktası ve onu ele geçirmeyi de nihai devrimci dönüşüm olarak görüyorlar. Oysa devlet de iktidarın bir parçası; aşırı önemli ve merkezi değil. Ama iktidarın dışında da olmadığı için onu etkileşim içinde dönüştürüyorsunuz. Evlilik hakkı da sonuçta mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
 
Evet. Eşcinseller hayatın pek çok alanında haklar talep ettikleri halde gündeme hep evlilik ve askerlik gelir. Bu biraz da Batı’dan yansıyan bir şey. Batıda gey-lezbiyen hareket kendi kurumsallaşmasını yarattığı için bugün aktüel olan tartışma aynı cins evlilik ve diğer eşitlik talepleri. Ama Türkiye’de aynı cins evliliğe, askerliğe sıra gelene kadar senin kendi cinsine dönük bir insan olarak cinsel yönelim ayrımcılığına maruz kalmadan yaşamana müsaade ediliyor mu? Diğer taraftan bakıldığında, bu tür hak talepleri devletle ilişkilendirildiğinde otomatikman sistem içi, liberal eşitlikçi hareketler olarak görülüyor. Fakat şunu da görmek lazım; bu talep aynı zamanda bu kurumsal ilişkilerin yeniden tanımlanmasına, bu kurumsal ilişkilerin içine dönüştürücü bir şeyin zerk edilmesiyle farklı bir aşamaya geçilmesine yol açıyor olabilir mi? Bunun üzerinden çok çabuk atlanıyor. Yani erkek erkeğe evlilik, kadın kadına evlilik hâlihazırdaki o kutsal ve güya iktidarın bile vazgeçemeyeceği en son kale olarak bize öğretilen aile kurumunun yeniden tanımlanmasına yol açıyor olabilir mi? Hâlihazırdaki heteroseksüel evlilik kurumu kabul etmek gerekir ki, çivisi çıkmış bir kurum. “Sen eşcinsel evlenme talebiyle bu kurumu yeniden güçlendiriyorsun, olabilir mi böyle bir talep?” sorusu aslında haklı bir soru. Ama ben bu sorunun cevabının evet olduğunu düşünmüyorum. Bunun mevcut kurumları dönüştürücü bir etkisi de olabilir. Süreç içinde yeni ilişkilerin talep edilmesine ve tanımlanmasına vesile de olabilir. Bunu çok çabuk gözden çıkarıyoruz gibi geliyor bana. Burada bir de şu parantez açılabilir: Tam da biz talep ettiğimizde liberal, eşitlikçi, sisteme entegrasyona yol açacak ilişkiler gibi adlandırılan bu yapılar aslında bizi eleştiren insanların temsil ettiği düşüncenin hayat içinde adım adım ördüğü ilişkiler değil miydi? Bu ilişkiler artık gerçekten kurtulunması gereken ilişkilerse niye birlikte kurtulmuyoruz? Sen bütün bunları yeniden üretiyorsun günlük hayatında, ilişkilerinde, evliliğinde, ailende, çocuğunla kurduğun ilişkide, çocuğunu gönderdiğin okuldaki eğitimde, ama aynı şeyleri eşitlikçi biçimde ben talep ettiğimde problem oluyor. Bu problemin böyle tanımlanması bence ön açıcı, yeni bir alana kanalize edici değil. Ama biz bu ablukayı dağıtmak istiyoruz. Bu ablukayı dağıtmaya çalışırken elbette radikal kopuşlar da olabilir, tam tersi “Ben de istiyorum” şeklinde talepler de olabilir. Bu beni doğrusu rahatsız etmiyor, gocundurmuyor.
 
MG: Bu anlamda siz devrim ve reform arasında keskin bir ayrım tanımlamıyorsunuz.
 
Bu doğru, eğer devrimden eski usül, politik iktidarın fethini anlayacak olursak benim dediğim reformist bir zemine tekabül edecek. Ama bu politik iktidarın fethi sürecinin “Lanet olsun böyle devrime” dedirten bir şeye çok çabuk evrildiğini gördüğümüzde ben bunu bir eleştiri olarak kabul etmem.
 
CÖ: Belki de en başta sosyal ile politik olanı karşı karşıya koymanızda böyle bir anlam vardı. Politik iktidardan devleti kastediyorsak eğer, hayatın başka alanları da sorunların tekrar tekrar üretildiği yerler.
 
Kesinlikle. Örneğin militarizm konusunda olan şu: “Devrimciyim” deyip nokta koyan, üstüne hiçbir şey yapmayan radikal anti-militaristler doğrudan militarist ana aygıta karşı bir yaklaşım getiriyor. Ama günlük hayattaki ilişkilerinde aynı militarist kültürün nasıl belirleyici olduğuna dair şuncağız kafa yormayabiliyor. Bu da oradaki anti-militarist radikal vurgunun aslında hayata dair bir gölgesinin bile bulunmadığını gösteriyor. “O çürük raporu almadı, direndi!” vs. gibi abartılı yaklaşımlar bunun örneğidir. Çürük raporu almadığı için bedelli askerlik yapan, askere giden, çürük raporu alan insanlar eleştiriliyor mesela. Güya anti-militarist bir vurguyla eleştiri yapılıyor, diğer taraftan bu vurgunun tam da o militarizmin şekillendirdiği ve yeniden ürettiği erkeklik formunu beslediğini idrak etmeyebiliyor. O zaman oradaki radikal duruştan hayatı değiştirecek bir şey kalmıyor.
 
CÖ: Devlet iktidarının fethinin anlamsızlaştığı bir devrim tahayyülünde nasıl yollar kullanılabilir?
 
Mücadeleyi cepheden bir mücadele olarak düşünmemek gerekiyor; örneğin faşizme karşı verilen mücadelede faşist denilen öznelerin bizatihi ortadan kaldırılması anlamına gelmemesi gerekiyor bunun. Elbette ki ilişkiler, kurumlar ortadan kaldırılacaktır ve alaşağı edilecektir, ama benim çıkış umudum “Birlikte dönüşmek acaba mümkün mü?” sorusunda. Erkeklere karşı devrim de aslında erkeklerin kendi iktidarından vazgeçmesiyle olabilecek bir şey. Omuzlarındaki “Erkek şöyledir, erkek böyledir” yükünden vazgeçmek aynı zamanda o iktidarı da sönümlendirmeyecek midir?
 
CÖ: Herhalde kimliklerin ve öznelerin sabitlendiği değil de, hareketlerin akışkan olduğu bir tahayyülden bahsedebiliriz.
 
Kesinlikle. Bugün örneğin “Ben eşcinselim” dendiğinde, dönüp bakmıyorsun bile. “Eee, sonra?” sorusu hemen takip ediyor. Bazı eşcinseller kendisini en uçta devrimci olarak konumlandırıyor, bazıları “Benim bu sistemden hiçbir talebim yok” diyebiliyor, hatta bazısı “Ya ben eşcinselim ama, eşcinselliğin e’sinden, cinselliğin c’sinden bile bahsetmeyeceğim, merak etme sen. Ben de insanım, sadece hoşgörü istiyorum.” da diyebiliyor. Bu anlaşılabilir bir şey, çok insani bir şey aslında.
 
CÖ: Hayatın başka başka alanlarında eşcinsel olmanın dezavantajını yaşamadan türlü kimliklere sahip olabilmek herhalde mesele, değil mi?
 
Evet. Mesela merkezî bir ortaklaşma üzerinden giden Sovyet tarzı sosyalistler bizi rehabilite edecekler yarın sosyalist Türkiye’yi kurarlarsa. Ama politbüro ertesi gün dese ki “Biz galiba yanıldık, bu insanlar hiç de burjuva toplumun artığı değilmiş, bu kapitalizmin bir pisliği de değilmiş, insanî bir şeymiş”, bu sefer eşcinselliğin bir burjuva hastalığı olmadığında hemfikir oluverecekler. Yani hem insanı, hem de toplumsal dönüşümü çürüten bu samimiyetsiz yaklaşımmış gibi geliyor bana. Biz İslami gruplarla da iletişim içerisindeyiz, diyorlar ki “Biz eşcinselliği tartışıyoruz kendi içimizde”. Bu bana çok daha fazla umut veriyor. Ben bilmiyor muyum ki İslam faşisti de var? Elbette var. Ama “Biz bunu tartışıyoruz” yaklaşımları bence çok daha samimi. Yani onun için, bu devrim, devrimcilik, mevcut hayatı eleştirmek, bütün bunlar sloganla olacak iş değilmiş gibi geliyor bana. Yani sen benimle nasıl ilişkileniyorsun? Ondan haber ver. Mesele orada düğümleniyor sanırım.
 
Söyleşinin uzun hali davetsizmisahir.org sitesinde yayınlandı:
 
İlgili söyleşiler:
 
“Çok kanallı bir mücadeleden kimseye zarar gelmeyecektir”
 
“Hayatın her alanını istiyoruz”
 
“Muhalefet homofobiyle yüzleşmeli”
 
“Anadolu’nun Son Tutsaklarıyız”
 
“Gey her zaman yoktu. Her zaman olan eşcinsellikti!”
 
Birbirimizi Güçlendirmek Hepimize İyi Geliyordu!
 
Siyahî Dergisinden Söyleşi
 
“Kaos GL Politikası, Mücadelesi ve Sorunları”
 
“Toplumdaki Krizlerden Eşcinseller Muaf Değil”
 
Türkiyeli Eşcinsellerin Örgütlenme Halleri

Etiketler:
nefret