21/05/2010 | Yazar: İrfan Aktan

Politik faaliyetler itibarıyla hızlı bir şehir görünümü yaratsa da Diyarbakır, artan nüfusu ve yoksulluğuyla savaş enkazının durgun bir resmini oluşturuyor.

Politik faaliyetler itibarıyla hızlı bir şehir görünümü yaratsa da Diyarbakır, artan nüfusu ve yoksulluğuyla savaş enkazının durgun bir resmini oluşturuyor. Bunu en iyi, şehiri ve insanını anlatan kitaplardan anlayabiliriz

İrfan Aktan yazdı.

Yakın zamanda yayın hayatına son veren yegâne muhalif müzik dergisi Roll, biliyorsunuz, İstanbul’da çıkıyordu. Sanırım Diyarbakır’a tek nüshası gidiyordu. Abonesi de Diyarbakırlı bir müzisyen ve öğretmen Jan Axin’di. Roll, İstanbul’da yapamadığı etkiyi Diyarbakır’da yaptı ve Jan, devasa bir rock-bar açıp Roll’un ismini vererek daimileştirdi. Düzenli konserlerin verildiği, hoş ortamların yaratıldığı Roll, Güneydoğu’nun en büyük ve çekici barı. Mevzuumuz mekândan ziyade o mekâna sığdırılanlar elbette. Gelin görün ki Diyarbakır’daki tecrübeleri Roll’a sıkıştırmak artık imkânsız.

“Dağ qappi esskki hhaaal, dağ qappi, dağ qappiii!” Dolmuş muavinin tiz çığlığı Diyarbakır’da duyduğum ilk sesti. Sanırım yıl 2003. ‘Barış süreci’. Eski otogarda karpuz çekirdeği veya buz satan çocuklar ve dilencilerle karşılaşmıştım. Diyarbakır’ın sefaleti otogarda hüzünlü bir fotoğraf olarak gözler önüne seriliyordu. O fotoğrafın ayrıntıları Bağlar’da, Suriçi’nde ve Ben û Sen’de netleşiyordu. ‘Barış süreci’, savaşın tablosunu gizlemeye yetmiyordu. Çok sonraları bu hissi Fehmi Salık’ın Lalo (Dipnot) ve Şeyhmus Közgün’ün Sisler Korkular (Lîs) romanlarını okurken tekrar deneyimledim. Lalo, 1980 sonrası politik faaliyetlerin, tutsaklıkların, bir öğretmenin tanıklığıyla Diyarbakır sokaklarına yansımasını anlatan enteresan bir roman. Közgün’ün romanında da ‘içeridekilerin’ ‘dışarıyla’ yaşadığı çelişkiyi okuyoruz. Közgün’ün kahramanı Koko’nun şu cümleleri dikkat çekici: “‘Diyarbakır’ın taşını toprağını bilirim diyen ben değil miydim? Yanılmışım. Oysa cezaevinde bu kentliyim diye övünürdüm. Al işte Diyarbakır’ın!...’” Tabii bir de Fırat Ceweri’nin Geç Bir Sonbahardı (İthaki) romandaki sürgünün dönüş hikâyesini anmalıyım. Doğup büyüdüğü topraklardan ayrılanların arasına giren zamanın nasıl bir ruh göçüşü yarattığını bu üç roman çok güzel özetliyor.

Diyarbekir Diyarım, Yitirmişem Yanarım: Şeyhmus Diken’in kitaplarından birine verdiği bu başlık da Diyarbakır’ın dağılışı karşısında yaşanan hüznün en ağır ifadesi. Diken, kitabında ‘eski’ Diyarbakır’ın ananelerini, rakılı sofra muhabbetlerini, farklı etnik aidiyetlerin birlikteliğini 13 kişinin ‘iniltilerinden’ oluşan söyleşilerle aktarırken, şehirdeki ‘hoyratlaşmaya’, çoraklaşmaya işaret ediyordu. Savaşa ve yoksulluğa herhangi bir yerleşke nasıl direnebilirdi ki! Tükenen zanaatkâr orta sınıfa Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si’ni inceleyen Martin van Bruinessen ve Hendrik Boeschoten de dikkat çekiyor. Bu ayrıntı önemli; zira şu sıralar Diyarbakır orta-üst sınıfıyla göçmen yoksullar arasındaki sınıfsal uçurumun, tarihsel değil güncel bir vaka olduğunu açık ediyor. Evliya Çelebi Diyarbekir’de (İletişim) başlıklı derlemede Bruinessen ve Boeschoten, Evliya Çelebi’nin Diyarbakır’da üç sınıf tespit ettiğini aktarıyor. Yöneticilerden oluşan âyan sınıfı, zanaatkâr orta sınıf ve proto-proletarya. Buna göre o dönem için maaşlı bir orta sınıftan söz etmek çok mümkün görünmüyor. Bruinessen aktarıyor: “Zanaatkârların hizmetkârları ve çırakları, pazarlardaki hamallar ve başka işçiler; eşrafın, tüccarların vb. hanelerinde çalışan hizmetliler; cami, hamam ve başka kamu binalarına bakan görevliler; çöpçüler, sucular, inşaat işçileri vb. Bu kategori ile küçük esnaf arasında keskin bir ayrım muhtemelen mevcut değildi.” Evliya Çelebi’nin aktardığı kölelerin (memlûk ve cariyeler) uzun isim listesi, bu kesimin de bir sınıf oluşturacak kadar kalabalık olduğunu düşündürüyor.

Mağdurlar özne olunca...
Tarihsel olguları güncelle kıyaslamak bazen insanın elini kolaylaştırır. Diyarbakır’daki yeni orta-üst sınıfla (ister işadamları, avukatlar, hekimler, mühendisler, mal-mülk sahipleri, ister beyaz Kürtler deyin) Evliya Çelebi dönemindeki zanaatkâr orta sınıf arasındaki fark, Diyarbakır’ın kültürel-sanatsal faaliyetlerine değinmek için iyi bir köprü işlevi görüyor. Nasıl mı? Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü iktisadî analiz çalışmaları, şehrin her yıl sistematik olarak yoksullaştığını, nüfusun da doğru orantılı biçimde arttığını ortaya koyuyor. Fakat bu yoksullaşma, sanıldığının aksine tüm Diyarbakırlıları kapsamıyor. Bir kere yeni orta sınıfla beraber göç mağdurlarının oluşturduğu yeni yoksul sınıftan da söz etmek lazım. Şehir merkezine (Dağkapı-Ofis) yakın yoksul mahalleliler politik faaliyetlerin de sürdürücüsü. Dolayısıyla şehirde yürütülen festivallere (içeriği ne olursa olsun) bu mahallelerin politize olmuş yoksul kadınları ve çocukları iştirak ediyor. Yani paradoksal olarak yeni orta sınıf, bu tür faaliyetlerden ırak tutuyor kendini. Suriçi’nin tarihî mekânlarına baktığınızda (oralarda artık göç mağdurları oturuyor) eski zenginlerin varsıllıklarını gizlemek için ördükleri özensiz ve mütevazı avlu duvarlarının arkasında olağanüstü şatafatlı hayatlar sürdüğünü gözlemlersiniz. Buna mukabil yeni orta sınıf, şehir dışındaki gösterişli gettolarında, her türlü spor ve ‘kültürel’ etkinliklerini yürüttükleri şatafatlı komplekslere tıkışmış durumda. Savaş mağdurlarıyla neredeyse hiçbir sosyal münasebetleri yok. Üstelik geçtiğimiz günlerde misafir olduğumuz bir evin sahibi, çeşitli gösterilerde ‘taş atan çocukların’, villalarına saldırmaya niyetlendiğini hayıflanarak anlatıyordu. Sınıfsal uçurum derinleştikçe, orta sınıfın kültürel faaliyetleriyle münasebetinin kesilmesi bu açıdan anlaşılabilir. Zira Diyarbakır’da sanat, aslında politik bir faaliyet. Politik faaliyetler ise artık mağdurların öznesi olduğu bir ‘hayat’ alanı. Bu hayat alanıyla temasa geçmek, yoksulluğun soğuk yüzüyle tanışmayı gerektirir. Buna hangi orta-üst sınıf mensubu cesaret edebilir ki! Öte yandan geçtiğimiz ay düzenlenen tango festivali radikal İslamcı bazı gruplar tarafından hedef gösterildi. Çünkü Diyarbakır’da orta-üst sınıf açısından tehdit oluşturan bir başka dinamik de hızla yükselişe geçiyor. Tango demişken, Şeyhmus Diken’in Tango ve Diyarbakır (Lîs) kitabının, yazarın Diyarbakır’daki kültür-sanat etkinlerine dair izlenimlerini ihtiva eden hoş bir “rehber” niteliği taşıdığını not etmiş olalım.

Diyarbakır’da sanat, müzik ve yayım faaliyetlerini çoğunlukla her iki sınıfa da (orta-üst ve alt) ait olmayan, daha doğrusu böyle bir aidiyet hissetmeyen öğretmenler veya gazeteciler yürütüyor. Yazık ki İstanbul’daki edebiyat ve sanat çevresinde yaşanan kötücül ayrışmanın benzeri Diyarbakır’da da göze çarpıyor; tabii insanı daha fazla yaralayarak... Sanat Sokağı dolaylarında son on yılda inanılmaz bir hızla artan ‘sanat-kafe’lerde üniversite öğrencileri, edebiyat, müzik ve felsefeyle uğraşan öğretmenler hummalı tartışmalar yürütüyor ama ayrışma, nitelikli bir edebiyat çevresi oluşmasını engellemeye devam ediyor. Buna rağmen üretim bazı sebatkâr entelektüeller sayesinde artarak devam ediyor. Diyarbakır’daki yegâne yayınevi Lîs’in sahibi şair Lal Laleş ve sanatçı Şener Özmen, eşine az rastlanır bir çabayla yüze yakın Kürtçe veya Türkçe kitap yayınladı son yıllarda. Sema Kaygusuz, Müge İplikçi, Oya Baydar, Jaklin Çelik, Leylâ Erbil gibi kadın yazarların çeşitli hikâyelerini çift dilde yayınlayan Lîs Yayınları, bir öğretmen olarak Lal’in mütevazı birikimleriyle Diyarbakır’a apayrı bir renk katıyor. Yayınevinin katkısıyla Eğitim Sen Diyarbakır Şubesi’nin hazırladığı Bazalt Kentin Çocukları isimli hikâye kitabı ise öldürülen çocukların anısına yapılan öykü yarışmasında öne çıkan metinlerin bir derlemesi. Diyarbakır’daki hüznün ve öfkenin edebiyata yansıma biçimini merak edenlerin bulup okuması gereken bir kitap bu. Yine Şeyhmus Diken’in Amidalılar: Sürgündeki Diyarbekirliler ve İsyan Sürgünleri (İletişim) kitapları, Türkiye’ye ve dünyaya yayılan Diyarbakırlıların anılarını, acılarını, Türkler ve Avrupalılarla karşılaşmalarından edindikleri deneyimleri, dahası ‘eski’ ve ‘yeni’ Diyarbakır’ın resmini ortaya koyan önemli çalışmalar.

Tabii bir de Melike Coşkun’un istikrarlı başarısı sonucu Diyarbakır Sanat Merkezi (DSM) ve Ka-Mer, Selis gibi kadın hakları örgütlerinin yayınladığı raporları, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin şehrin tarihî mekânlarını anlatan kitaplarını anmak lazım. Ka-Mer’in ‘Keşke dememek için’ başlıklı ‘namus’ adına işlenen cinayetler 2004 raporu, bölgedeki kadın trajedisini anlamaya yardımcı oluyor. Hazan Özgen ve Hakan Aytekin’in yazdığı Taşlar ve Düşler: Diyarbakır kitabıyla da Diyarbakır surlarına, cami ve kiliselerine, Dicle nehrinin gizemine aşina oluyoruz. Kevser Güler ve Gamze Hızlı’nın derlediği Adalet Söyleşileri DSM’nin düzenlediği söyleşilere katılan Mithat Sancar, Gürol Irzık, Roni Margulies, Yücel Göktürk, Müge Sökmen, Ömer Laçiner ve daha bir çok kişinin konuşma metinlerinden oluşuyor. Adalet Söyleşileri demişken, mühim bir kitaba daha değinmemek olmaz. Geçen yıl hayatını kaybeden ‘adalet sağlayıcı’ Sait Şanlı’nın hayat hikâyesini Yeter Kan Akmasın (Alfa) kitabında aktaran Bayram Yaşlı, kan davalılarını barıştırmak için yürüttüğü tarihî çabayı son nefesine kadar sürdüren Şanlı’nın anısını ölümsüz kılıyor.

Politik faaliyetler itibarıyla hızlı bir şehir görünümü yaratsa da Diyarbakır, artan nüfusu ve yoksulluğuyla savaş enkazının durgun bir resmini oluşturuyor. Bu enkazda hırsızlık, kapkaç, fuhuş, şiddet, çocuk istismarı, açlık, sefalet, uyuşturucu bağımlılığı ve daha bin türden buruntu dolanıyor. Orta-üst sınıf mensupları bu acıların bir kısmının varlığını inkâr etse de, araştırmalar ve gözlemler hakikati su yüzüne çıkarıyor. Geçen ay uğradığımız Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’nin ‘marketinde’, evine ekmek götürmekte zorlanan 24 bin ailenin tespit edildiğini öğrenmiştik. Savaşın yarattığı yoksulluk kültürel yoksunluğun yaratıcısı. Fuhşun da dinamitleyicisi elbette. Gazeteci Ahmet Sümbül, Güneydoğuda Fuhuş (Elma) kitabıyla bölgede yaşanan çöküntüyü önümüze serdiğinde ‘bazı’ Diyarbakırlıların sert tepkisiyle karşılaştığını anlatmıştı bir sohbetimizde. Neyse ki bu gerçeklerin gizlenerek ortadan kalkmayacağını bilenler çoğunlukta. Fakat hâlâ Diyarbakır’daki çöküntüyü etraflıca gözler önüne serebilecek araştırmalardan yoksun durumdayız. Bir dostumuz, söyleşi için gittikleri Diyarbakır’da Hırant Dink’in, buradaki sefaleti insanın her yanına bulaşan çamura benzettiğini aktarmıştı. Anlaşılan Diyarbakır orta-üst sınıfı bu çamurdan korunmak için ‘temiz’ mekânlarına hapsolmayı konfor zannediyor.

Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır (İletişim) kitabında Diken, evvela bir balık şeklinde örülmüş olan surların, Cumhuriyet’in ilk döneminde atanan iki valinin (Nizamettin ve Faiz Ergun beyler) 1920’lerdeki yıkım projesini anlatırken, mülkî amirinin uyduruk gerekçesini de aktarıyor. “Şehirde boğucu sıcaklar ileri düzeyde, surların engelleyiciliği nedeniyle hava akımları da suriçine giremiyor”! Sonuç: Surlar belli bölgelerinden dinamitlenerek yıkılmaya başlanıyor. Şişirilen o balık bir balina artık. Zamanla balina halini alan, midesinde yüz binlerce küçük balığın trajedisini taşıyan Diyarbakır’ın iyisini anıp ‘kötüsünü’ gözden ırak tutmak insafsızlık olurdu. Gelin görün ki bu insafsızlığa orta-üst sınıf mensubu Diyarbakırlılar da dâhil oluyor. Evrim Alataş ve Miraz Bezar’ın Min Dît filminin Diyarbakır’da beklenen etkiyi yaratmaması bu insafsızlığın son halkasıydı. Ne yaptı -orta sınıf mensubu olmalarına rağmen- Evrim ve Miraz: 1990’ların kara bulutundan akan asit yağmurundan artakalan çamurun Diyarbakır orta sınıfının üstüne nasıl yapıştığını sakınmadan gözlerimizin önüne koydu. Hakikatin bu sesine ses vermek biraz da Evrim’in anısına sahip çıkmak olur. 
 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam