20/03/2014 | Yazar: Ebubekir Çetinkaya

"Feminist teorinin kendisi dinamik haldeyken, feminizme dair fikirlerin tartışmasız ve değişmez doğrular olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz…"

"Feminist teorinin kendisi dinamik haldeyken, feminizme dair fikirlerin tartışmasız ve değişmez doğrular olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz…"
 
Tabularla dolu hayatımızda özellikle aile ve cinsellik söz konusu olduğunda istismar olgusuna tanıklık edilse de istismarın yadsınan bir gerçek olduğu söylenebilir. Ailenin kutsallığında babadan devlet başkanına doğru olan hiyerarşik yapıdaki kurumların çoğunda bir erkeğin saldırısına uğramak olasıdır. Bu tabuların ortadan kaldırılması kadar, eril saldırıya karşı verilen mücadelede kullanılan dil büyük önem taşır.
 
Cinsel istismarın fazla olduğu bir ülkede “aile içi cinsel istismar” gerçeğini insanların sadece gazete, televizyon ve araştırma sonuçlarıyla öğrenmesi, çok da inandırıcı görünmüyor. Birçok kişinin özellikle duyduğu, gördüğü veya yaşadığı ancak unutmak istediği, unutmak zorunda bırakıldığı bir mekanizmanın varlığı söz konusu. Bu mekanizmanın da bir erkek olduğunu tekrar belirtirken, erkekten kastın patriarkal ve muhafazakâr düzenin varlığını arzulayan tahakküm olduğuna, cinsiyet kavramının sınırları dışından bir tanım yapıldığına dikkat çekmek gerekir.
 
Birçok ülkede kadın ve çocuklara yönelik cinsel istismar dile getirildiğinde kişilerin daha fazla mağdur olmaması için tüm süreçlerin bizdekiyle kıyaslanamayacak ölçüde sağlıklı ilerlediği görülür. Ülkemizdeki hukuki aşamalarda ise mağdur kadına hâkim tarafından şüpheli gözüyle bakıldığı birçok örneklerle bilinir. Kadının giysileri, makyajı,  bir kadına yakışmayacak şekilde (!), olmayacak bir saatte ve olmaması gereken bir yerde olması, buna maruz kalırken avazı çıktığı kadar bağırmadığı için bunları aslında hak ediyor olması (!), eril aile ortamından devlete giden yolda kadının bir kez daha tecavüze uğramasına sebep olabiliyor. “Kadın”ın sistematik biçimde sayısız işkenceden geçerek hukuktan medet umduğu bir noktada tekrar şiddete uğradığını çoğu zaman bizzat özne olan kadınların söylemleri ve kadın örgütlenmeleri aracılığıyla öğreniyoruz. Feminizmin, cinsel istismar karşısında sessiz kalmayışının ve güçlenmeye başlamasının siyaset’in de dikkatinden kaçmadığını ve bu feminist gücü çıkarı doğrultusunda tavır geliştirdiğini, cinsel istismara karşı politika üretiyor gibi göründüğünü fark ediyoruz. Tam da bu noktada eril tahakkümün karşısında duranların patriarkal düzene karşı geliştirdiği “dil’in çok önemli olduğuna tekrar dikkat çekmek isterim. Feminizm’in geliştirdiği dilin doğru kullanılmamasıyla “feminist gibi” görünmek isteyen siyasi iktidarın bu dilden  eril yönde beslenebileceğini düşünerek bunu bir diyalogla ele almak istiyorum.
 
Woody Allen’ın kızı Dylan Farrow’u çocuk yaşta istismar ettiği haberleri çıktığında konuya dair bir fikrimi kişisel facebook sayfamda paylaştım. Fikirlerin, paylaşıldığı yere göre anlamlarla kodlandığını ve bu kodların da iletildiği kişilerin profiline göre anlamlandırıldığını biliyoruz. Bu nedenle paylaşmayı seçtiğim facebook sayfamın tercihli bir yer olduğunu, listemde bulunan birçok kişinin insan hakları, hayvan hakları ve çevre konusunda hassasiyetleri ve emekleri olan kişilerden oluştuğunu ancak kadın mevzusunda tamamının feminist bilince sahip olmadığını göz önünde bulundurarak facebook’taki iletime bakalım.
 
“Woody Allen ile ilgili söylenenler öncelikle "anlatılanlar gerçekse buna maruz kalan bir çocuğun yaşadığı dram”ı akla getiriyor. Bir çocuğun babası tarafından istismar edilmesi durumu "Allen’a lanetler yağdırmak ve artık filmlerini izlemeyeceğiz" ile sonuçlanıyor (facebook’taki paylaşımlardan yola çıkarak bunu söylüyorum). Peki ya söylenenler gerçek değilse? Bu soru sorulduğu anda ise hızlıca, tecavüz edenin yandaşı olarak yargılanıp kadının bunu ispatlamak zorunda olmadığı şeklinde ifadelerle karşılaşılabiliyor. İki tarafın da insan olduğu ve eşit haklara sahip olduğu gerçeğini bilmemiz gerekir. Eşit olma durumunu şu anda Allen’ın kızının yetişkin olması ve çocuk olmaması nedeniyle söylüyorum. Mevzuyu Allen etrafında tartışarak tecavüz ve tacizi magazin dedikodusu haline getirip artık Allen filmleri izlemeyeceğim demeniz hangi istismarı ve tacizi önleyecek düşünmek gerek (4 Şubat 2014).
 
İletiyi paylaşmış bulunduğum andan itibaren “Woody Allen’ı savunmuyorum, pedofiliyi de savunmuyorum” dedirtecek, niyetime inandırmak için yemin mi etsem acaba diyecek kadar zorlayan eleştiriler “biz kadınlar ve feministler” diye kurulan cümlelerle devam ediyordu. Bir taraftan da kadınlarla uğraşılmaz diyen akbabalar yanı başımda uçuşuveriyordu. Benzer hisleri daha önce de yaşamıştım. Aile içi cinsel istismarı konu alan Yuva isimli belgesel filmimiz için araştırma yaparken kadını ve çocuğu ailenin midesinde iyice öğütmeye çalışanın girmek istediğim alandan bizi uzaklaştırmaya çalışması; diğer taraftan bu tabuyu yıkmaya, deşmeye, ailenin midesinin en derininde bulunan kadını çıkartıp ona nefes vermeye çalışan feminist örgütlerin bazılarının ise “erkek” olarak acaba o da mı tecavüze uğradı diyerek motivasyonumu kırması gibi iki engel söz konusuydu. Şimdi yine tabular söz konusu: “Kutsal aile”, ve aile tabusunu yıkmaya çalışan feminist mücadelenin tabulaştırdığı “feminist politika”.
 
Woody Allen mevzusuyla başlamış olan yazılı diyaloglarımızı örnek göstererek, pedofili ve cinsel istismar konusunu ele almak istemediğimi, sadece kendi aramızda fikir paylaşırken kullandığımız dile dikkat çekmek istediğimi tekrar belirtmek isterim.
Paylaştığım ileti taciz ve tecavüz konusunda bilgisiz olmam, en önemlisi feminist bilince henüz olamamış olmam denilerek belki de erkek olarak kadını tam olarak anlayamamış ve/veya Woody Allen hayranı olabileceğim gibi sebeplerle eleştirilirken bana şunları düşündürttü “Keşke bu konuda hiçbir şey yazmasaydım”. “Keşke şunları yazmasaydım” değil de “keşke hiç bir şey yazmasaydım” arasındaki fark özellikle eril tahakkümün istediği gibi aile ve kadına dair sessiz kalmak ve susturmak!
 
“özellikle Yuva gibi bir filmin yönetmeninden bu cümleleri okumak açıkçası hala taciz konusuna ne kadar sorunlu yaklaştığımızı görmemi bir kez daha sağladı…“ şeklindeki eleştiri ise benim gibi yönetmenlerin, …gibi kitabın yazarının, gibi psikiyatristlerin, …gibi kadının vs…  susmasını doğurmaz mı? Ayrıca vermiş olduğun emeğin ve kendinin bir çırpıdaharcanabileceği hissi… Feminizmin kafa yorduğu konularda fikir beyan ederken fikrin yanlış anlaşılacağı veya yanlış olduğu sonucuna varılacağı korkusuyla susmak mı gerekli?  Hangimiz fikirlerimizin doğru olduğundan emin olabilir ki?
 
Paylaştığım metne ek olarak yaptığım yorumda cinsel istismara uğrayan bir kadının yaşadıklarını dile getirmenin ne kadar zor olduğunu bilen, bu alanda mücadele eden, etmese dahi hassasiyet gösteren kişilere yönelik bir soru yer alıyordu (bu soruyu, kadın istemiş ki adam yapmış” diyen bir kitleye sormadığıma dikkatinizi çekmek isterim) : Beyan edilen ya gerçek değilse? Evet, sorum “bazen ev fotoğraflarımı da koyabileceğim bir alan” olan facebook sayfam dışında bir yer dışına taşınarak, yazdığım metin tırnak içerisinde, kadına hakaret eden kişilerin cümlelerinin arasında Woody Allen haberlerine yönelik şu şekilde verildi: “Haberin yayınlandığı portallarda, özellikle erkek okurların, "kaltak", "çamur at izi kalsın", "intikam almak için bu mektubu yazmış" gibi kadını suçlayıcı yorumları ağırlıktaydı. Bu yorumlar içinde beni en çok şaşırtansa aile içi cinsel taciz ve tecavüzü konu alan ve tabularından beslenen toplumun "mutlu aile" tablosunu sorgulayan Yuva filminin yönetmeni Ebubekir Çetinkaya’nın yorumu oldu”.[1]
 
Kadına “kaltak diyen adam” gibi mi anlaşıldım dehşeti… Tüm yazışmalarımızın dışında “Feminizme dair sizden daha çok şey bildiğimi iddia etmiyorum, siz anlatın ben dinlerim” teklifimin “erkekleri dönüştürmek(!)  için feministlerin zaman harcayamayacağı” şeklinde cevaplanışı… Eril tahakküme karşı nasıl bir dil geliştirdik ki?
 
“Evet anlatılanlar ya gerçek değilse?” sorusukadını yalancılıkla suçlamaya hazır şekilde bekleyenlere yöneltilmemişti. Beni bunu sormaya yönelten farkına varmadan “tecavüzcüye yönelik geliştirdiğimiz linç” arzusuydu. Bu arzunun siyasetin ve hukukun sakatlığının çaresizliğinden kaynaklandığını biliyor olsam da “linç”in aslında yine bizim susmamızı isteyen patriarkal muhafazakâr düzenden geldiğini fark etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Tecavüz edenin linç edilmesi isteğinin, patriarkal muhafazakâr düzende evlilik dışı ilişki yaşayan kadının recm edilmesi cezasıyla olan benzerliği sizce de tehlikeli değil mi? Tüm feminist mücadelenin ve dilin bu şekilde olduğunu ve linç’i istediğini iddia etmiyor ve buna da inanmıyorum. İdeal feminizmin zaten şiddetin bu şeklin barındırmadığını ve mücadelenin de ideal hukuk yönünde olduğundan eminim. Ancak bu bilinçle ideal feminizmi korumak için “sözde feminizm” cümlesini bilinçli olarak kullanmıyor, patriarkal düzen karşısında olmaya çalışan her türlü söylemin kendi diyaloglarımızdan doğduğunu ve bu nedenle sözde’sini de idealini sahiplenerek tartışmayı öneriyorum.
 
Bir diğer konu ise cinsel ilişkide kadın’ın rızası eleştirisiydi. Woody Allen ve çocuk yaşta istismar edildiğini varsayacağımız kızı Farrow üzerinden değil de yetişkin bir kadının rızası bağlamından ilerlemeyi istiyorum. Paylaştığım iletiye yapılan eleştirilerden biri kadının rıza gösterse dahi bazı iktidar ve baskı sebebiyle rıza göstermek zorunda olduğu yönündeydi. Rıza göstermekle gerçek anlamda rıza göstermenin önemli ayırt olduğuna kesinlikle katılıyorum ancak bu söylemin “her yerde” kullanılmasının da bazı riskler doğurduğunu düşünüyorum. Özkazanç, 1993 yılında 2 kadın öğrencisine cinsel tacizde bulunmakla suçlanan feminist Profesör Jane Gallop’un olaydan 4 yıl sonra yazdığı kitaptan şunları aktarıyor: “kadınları rıza göstermek hakkından mahrum etmek bizim arzulayan özneler değil de nesneler olma statümüzü pekiştirmektedir” diyerek karşı çıkıyordu. Öğrenci evet derken aslında hayır demektedir diye varsayan korumacı zihniyet ile kadın hayır derken aslında evet demektedir diyen tacizci mantığın ortak yanı kadının arzusunu inkâr etmeleridir”.[2]
 
Eleştirilerden biri ise tabulaştırılan ve asla tartışma kabul etmeyen kadın beyanı esastır ilkesinin, cinsel istismarla suçlanan erkeğin suçsuzluğunu ispat etmesi şeklindeydi. Kabataş’ta gezi eylemcileri tarafından istismar edildiğini söyleyen Zehra Develioğlu’nun beyanının yalan olduğu yönünde görüntüler gündeme gelirken, bu ilkenin şu ana kadar cesaret edilip tartışılamamış olması nasıl da hazırlıksız yakalandığımızı gösterdi.
 
“Feministlerin, iktidar oyununun kuralsızlığını ve karmaşık dengelerini, birçok durumda kadınların da bu iktidar oyununun piyonları olarak kullanılabileceğini hesaba katmaları gerekiyor. Aksi takdirde çeşitli siyasi kaygılarla suiistimal ve manipüle edilen olaylar, cinsel suçlar konusunda toplumsal duyarlılığın azalmasına ve feminizme yönelik husumetin güçlenmesine neden olabilir”.[3] Özkazanç’ın bu sözlerini, gezi eylemleri sırasında Kabataş’ta bir kadının eylemciler tarafından cinsel istismara uğradığı hikayesinin, özellikle iktidar tarafından kurgulandığı örneğiyle anlamamız çok daha mümkün. Burada feminizmin iktidar tarafından kandırılabileceğini değil ancak feminizmin her anlamda ve her kişinin hakkı için soru sorabilmesinin ve sorgulayabilmesinin iktidara fırsat tanımayacağını vurgulamak isterim.
 
Erilin karşısındaki (!?) dile dönecek olursak aramızdaki diyalog, sevmediğimiz, sevmek istemediğimiz, rahatsız olduğumuz ya da duymak istemediğimiz cümleleri kuranı susturmak için “karşıdakini tepeden bakan ya da cinsiyetçi” olarak eleştirmek(!) ile sonuçlanabiliyor. Mesela Woody Allen mevzusuyla ilgili paylaştığım fikirler karşısında tepeden baktığım söylenirken; taciz ve tecavüze uğrayan bir kadının ruhsal ve bedensel halleri, toplumsal gerçekliklerimiz üzerinden dile getirilerek aynı zamanda bir öğreti içerisine girildi. Karşımızdakinin, istismar edilenle duygudaşlık kurup yaşadıklarını hissetmesini, taciz ve tecavüzle ilgili onun bildiklerinin değil de dediklerimizin gerçek olduğuna onu inandırmaya çalışırken “tam da o kişinin bu anlatılanları en ağırıyla yaşamamış olduğunu nereden biliyoruz ki?”
 
Tecavüz ve tanıklıklar konusunda bildiklerimizin doğru ve sadece bu kadarından ibaret olduğundan nasıl emin olabiliyoruz? Aile içerisinde yaşananların, sadece perde aralığından görmüş olduğumuz kadar olmadığını bilmemiz gerekmiyor mu? “Biz kadınlar olarak şunları yaşıyoruz…” derken karşımızdaki kadın “Ben tecavüzün süreçlerini yaşadım” dediğinde susup dinlemeniz gerekmez mi (!?) Paylaştığım metnin sonunda bir kadın feminist dili bilmemekle suçlanınca, “Ben tecavüzü biliyorum, süreçlerini anlatırım” diyerek kendini savundu. Ağır travmaların, böyle suçlamalar sonucunda mı dile getirilmesi gerekli? Feminist teorinin kendisi dinamik haldeyken, doğrularımızın tartışmasız ve değişmez doğrular olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz ki?  
 
Yazımı öğretmek amacı taşımadan, “konuşabilmemiz ve düşünebilmemiz” arzusuyla yazdığımı belirtip son olarak Özkazanç’ın sorusunu bizlere yöneltmeyi anlamlı buluyorum:
Heteroseksüelliğin hâkim olduğu erkek egemen toplumlarda, cinselliğin içerdiği tahakküm ve ayrımcılığa karşı hukuk yoluyla mücadele ederken neden ve nasıl oluyor da tam da karşı çıktığımız bazı normların yeniden üretilmesine ya da pekiştirilmesine yol açabiliyoruz?”[4]

[2] Jane GALLOP, Feminist Accused of Sexual Hrassment, Duke University Press, Durham And London,1997, aktaran Alev ÖZKAZANÇ, Cinsellik, Şiddet ve Hukuk, Sayfa 109,  Dipnot yayınları, 2013
[3] Özkazanç, a.g.e  s109,
[4] Özkazanç, a.g.e, s. 68

Etiketler:
nefret