04/12/2018 | Yazar: Ali Orhan Yılmaz

LGBTİ ve Queer hareketin yalın ve güçlü sloganı, dostluğu yeniden kuramsallaştırmak adına siyasal alanın bir parçasını değil tümünü değiştirecek potansiyeli haizdir: “Love wins”

“Nefrete inat yaşasın hayat” diyerek yeni bir yazı dizisine başladık. Sene sonuna kadar nefret suçlarından, sanata; şiddete karşı mücadele yöntemlerinden adalete erişime çeşitli başlıklarda yazılarla LGBTİ+ etkinlik yasaklarına, medyada nefret söylemine ve LGBTİ+’lara dönük hak ihlallerine dikkat çekeceğiz. Yeni yazımızda Ali Orhan Yılmaz, dostluk politikalarının imkanını yazdı: LGBTİ ve Queer hareketin yalın ve güçlü sloganı, dostluğu yeniden kuramsallaştırmak adına siyasal alanın bir parçasını değil tümünü değiştirecek potansiyeli haizdir: “Love wins”

Bu yazı, tamamlanmış bir düşünce iddiası taşımamaktadır. Son zamanlarda siyasal düzlemde yaşadığımız büyük çöküntüler ve dahi dostlarımızın yaşadığı zorlukların üzerimde yarattığı duygusal ve düşünsel şiddetinin bir tezahürüdür. Ne kadar meşru ayrım olduğunu bilmemekle birlikte kişisel yaşamımın ve siyasal hayatımın yarattığı çöküntüler üzerine bir kavramı düşünmeye davet ediyorum. Bunu gerçekleştirirse yazı amacına ulaşacaktır.

Dostluk, daha çok duygulanıma yönelik sanatsal esere konu olabilecek bir mefhum gibi görünür. Hatta soyutlamaya gitmeden kavramı duyduğumuz anda oluşan imge, zihnin üzerine düşünmesini gerek kılmayacak biçimde doğrudan duygusal sıcaklıkla birlikte algı oluşturur. Bütünüyle yanlış olabileceğinin farkındalığıyla, Kantçı lexicon’un (terimler dağarcığı) içerisinden konuşup felsefi bir boyuta yerleştirirsek “dostluk” imgesi, zihnin Verstand (anlama yetisi) alanında değil Sinnlichkeit’da (duyusallık) iş görür gibidir. Bu iddiamı devam ettirerek ve genişleterek diyebilirim ki, duygu-düşünce arasında kurulan ikilik siyasi bir inşanın sonucudur. Modernliğin bitmeyen bir proje olduğu önermesiyle Jurgen Habermas ile birlikte düşünürsek, Aydınlanma’nın siyasal alana getirdiği en önemli yenilik “siyasetin rasyonelleşmesi”dir[1]. Rasyonalite kavrayışı, çıkarlarının farkında olarak siyasal alanda çeşitli eylemlerde ve örgütlenmelerde bulunmayı gerektirir. Konsensüs demokrasisi biçimlerinde ise karşılıklı rasyonel argüman üretebilme ve oydaşma sağlamaya ihtiyaç duyar. Duyguların ifadesi ile rasyonel argüman birbirlerinden keskin bir biçimde ayrılır.

İllüstrasyon: Steffi Walthall

Duygusal ve düşünsel alanlar arasında varsayılan bu mesafe, Çağdaş Fransız Felsefesi tarafından bir düzeyde geçersiz bulunup birbirlerinden beslenen iki farklı düşünce gücü olarak kavranmıştır. Doğrudan sanatı, estetik ve dil ile birlikte düşünen klasik yaklaşıma, dilin araçsallıktan öte olarak felsefi ve siyasal bir problem olduğunun tespitiyle düşünürler, sanatın düşüncenin gücünden bağımsız olmadığını iddia etmişlerdir. Ayrıca “Sanatın felsefe üzerindeki etkisinin Çağdaş Fransız Felsefesi’nde vuku bulan yankıları” başlıklı başka bir yazıyı gerekli kılacak bu önermeyi ve düşünürlerin kendi aralarındaki gerilimleri kenarda bırakarak, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin Felsefe Nedir? adlı metinlerinde sanatı düşüncenin bir gücü olarak tasvir etmeleri veyahut Alain Badiou’nun felsefenin hakikati üretmesi açısından kabul ettiği koşullardan biri olarak sanata kendi eseri içerisinde yer açması bir çırpıda örnek olarak gösterebiliriz. O halde, dostluk duygu alanında iş gören bir kavram olarak görülse dahi, duygunun bizatihi kendisini felsefe ve siyasetin nesnesi olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Lakin ben bir adım daha öteye geçerek dostluğun bir türden “siyasi akıl” ile rabıtalandığını söyleyerek siyasal düşünce içindeki kurucu unsurlardan biri olduğunu işaret etmeye çalışacağım.

Siyaset felsefesi, kendi nesnesi gereğince ve düşünceye başlayıp ilerletebilmek adına arkhe üzerine soyutlamalarını gerçekleştirir. “İlk neden, köken, başlangıç, töz” gibi çeşitli anlamlara gelebilecek bu kavram, aslında insan zihninin çalışma prensibini işaret eder. İnsan zihninin çalışması, doğayı kendi deneyimlediği biçimiyle uyumlu bir şekilde “doğal” işleyen süreç için her şeyin kendinden çıktığı bir nedene ihtiyaç duyar. Siyaset felsefesi, “doğal”ında bulduğu düşünce yönteminin “ilke” arayışından azade değildir. Dolayısıyla klasikleşmiş olarak siyaset felsefesi, iktidar, devlet, egemenlik, meşruluk gibi “kurucu” kavramlar aracılığıyla geliştirilen, üretilen ve pozisyon alınan bir alandır. Buradan hareketle denebilir ki, bu kavramlar aracılığıyla siyasal düşünce anlamını rejimin, programın, düzenin tertibinde bulur. Dostluk, bu bağlamda tarih ve felsefe içerisinde aykırı, kenarda duran, belirsiz ve kurucu olmayan bir kavram olarak düşünülür.

Kurucu bir kavram olarak dostluktan yola çıkarak -siyaset felsefesini Platon’dan itibaren başlatırsak- onun Politeia ve Nomoi metinlerinin demosun yükselişi ve Atina yönetiminin yozlaşması üzerine “yazılması gereken” eserler olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bana kalırsa, Platon “idealar felsefesi” uyarınca demokrasiyi dostluğun bir simulacrumu başka bir deyişle kopyanın kopyası olarak telakki etmekte ve bu nedenle ideal düzenin yozlaşmış biçimi olarak görmektedir. Buna mukabil, politeía, “idea”ya veyahut “hakikat”e en yakın rejim olarak makbul düzendir. Metinlerin özünü -her bir cümlesi binlerce yoruma naildir- Platon’un altın, gümüş ve demir ruhlu olanların yerlerini bildiği hatta bilmesi gerektiği ve birbirleri arasında geçişin olmadığı dışlamaya dayalı sistem olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu noktada bir adım daha atarak denebilir ki altın ruhluların dostluğu hakikate en yakın olandır. Sympósion ve Lysis, bu açıdan Platon için ideal düzenin birer örneğidir. Sympósion, okuyucuya dostluğu açıklamazken, bir dostlar meclisinin nasıl olduğunu/olması gerektiğini tasvir eder. Aslolarak dostluğun muhtevasını Lysis’de araştırır ancak bu metin ise bir sonuca ulaşmaz, aporia ile biter. Bir başka deyişle, Platon, ideal düzenin demosun dışlandığı altın ruhluların dostlar meclisi olduğunu düşünür gibidir. Dostluk, eşitsizliğin doğal olarak kabul edildiği, aristokratik erdem ve bilgelik temelli, doğumda eşit olanların (isogonia) “erkek kardeşliği”dir. Ve politeía ise erkek kardeşlerin meselesidir.

Modern çağa gediğimizde, dostluk kavramını teorisinin merkezine yerleştiren önemli düşünürlerden biri Carl Schmitt’tir. Schmitt, hem siyasi yaşamı hem de eserleri çokça tartışmalı, diğer taraftan kışkırtıcı bir yazardır. Bu nedenle, onun eserlerini dostluğun konumu açısından okumak modern siyaseti anlamak bakımından ziyadesiyle verimli olacaktır. Ona göre, siyasal kavramı anlamını, dost-düşman ayrımının yoğunluk derecesi ve fiziksel öldürmeye dair gerçek olasılıkla tanımlanır. Dost ve düşman ölçütü “bir bağın ve ayrılığın, bir birleşme ya da ayrışmanın en uç yoğunluk derecesini ifade etmektedir”[2]. Schmitt, dost-düşman ayrımı hususunda, bu ayrıma karar veren bir siyasal birliği varsaymaktadır. Bu ifade şu soruyu sormayı meşru kılmaktadır: Ayrıma karar veren siyasal birlik “dostların birliği” midir? Eserini dikkatli incelediğimizde, Schmitt, dost kategorisini bir kenara bırakıp doğrudan düşman ile ilgilenmektedir. Düşman ve dost varoluşsal olarak birbirlerini gerektiren, ayrı düşünülemeyecek iki kavramdır. Hatta Schmitt bir adım daha atarak bu kategorileri yok etmenin imkânsız olduğunu ama bunu göz ardı eden liberal politikaların “depolitizasyon”a sebep olduklarını düşünmektedir. Diğer taraftan, dost ve düşman özerk iki kavram gibi gözükse de, dost düşmana nispetle anlamını bulur. Çünkü düşmanın belirlenmesi bir siyasal iradeyi gerektirir ve bu belirleme süreci “doğal” değil “karar”a bağlıdır. Bunun anlamı şudur ki, düşman, siyasal egemenliğin çerçevesi dâhilinde şekillenen dolayısıyla dost olanın bir başka zamanda düşman olabileceğinin olasılığını barındırır. Velhasıl iki kavram nazarında önceliğe sahip gibi gözükmektedir. Dostluk, şiddetli bir öldürme eyleminin ihtimalinin bir başka ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasal anlamda, düşmanın ve savaşın gerçek olasılığının olmadığı düzlemde dostluk da anlamını yitirecektir. Dolayısıyla “siyasal farklılık”, “karşıtlık” biçimini almak zorundadır; aksi takdirde birlik anlamını ve sınırlarını kaybedecektir. Dostluk ve sevgi arasındaki bağ tamamen koparılmıştır. Düşman, kişisel olarak nefret edilen değil, bir siyasal birliğin varoluşuna karşı tehdit ile tesis edilir. Bu bakımdan düşman bir arkadaş, sevgili, komşu hatta bir insan olarak sevilebilir ancak politik olarak sevilemez.

Dostluk kavramının, felsefe tarihi içerisinde her düşünür adına incelenebilecek merkezi bir tartışma noktası olduğu açıktır. Klasik ve modern çağ dâhilinde, Platon ve Schmitt, kavramı soyutlayıp yeniden okumaya tabi tutabileceğimiz iki kurucu figürdür. Bir taraftan kavrama dair düşünme biçimimizin olanak koşullarını oluştururlarken diğer taraftan kendilerini eleştirip ötesine geçme olasılığı da sunarlar. Bu haysiyetle denebilir ki, liberal siyasal alanın 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren –eğer başlangıcı 1968 ile başlatırsak- çözemediği bir kriz mevcuttur. Yeni siyasal özneleşme biçimleri ve siyasal sorunlar vuku bulup daha evvel siyasal olarak addedilmeyen birçok problem siyasal alana nüfuz etmiştir. Mevzubahis siyasal sorunlara dair müzakereci demokrasi modeli, liberteryenizm, cemaatçilik, çokkültürcülük, radikal demokrasi modeli gibi çok çeşitli biçimlerde cevaplar üretilmiştir. Aralarında en umut veren proje olarak gözüken “radikal demokrasi (agonistik) modeli” üzerinde kısaca durmak hem günümüz siyasal hareketlerinin de büyük oranda kendilerine referans aldıkları sistemi incelemek hem de liberal siyasal politika alanında liberalizmin kavramlarıyla iş gören modellerin sınırlılıklarını göstermek açısından kıymetli olacaktır.

Düşünür Chantal Mouffe tarafından geliştirilen Radikal demokrasi (agonistik) modeli modern toplumların çoğulcu siyasal karaktere sahip olduğu varsayımıyla yola çıkar. Çoğulcu yapı mantıki sonucu olarak aynı zamanda farklılıklar sistemidir. Eleştirel mesafede durduğu liberal ve müzakereci demokrasi modelleri, çoğulculuğu toplumların karakteristiği olarak tespit etseler de siyasal olanı reddetmeleri açısından anlamlı bir hat çizemezler. Ona göre, siyasal özneleşmeyi anlayabilmemiz için “antagonizm” kategorisi elzem karaktere sahiptir. Bu minvalde, bahsedilen modeller toplumdaki antagonizmlerin varlığını reddederler. Ayrıca, antagonizmlerin olanak koşulları ise liberal demokrasinin paradoksal doğasıdır. Carl Schmitt, liberalizmin “temsiliyet”, demokrasinin ise “özdeşlik” ilkeleriyle tanımladığını, bu sebeple ikisinin bir arada bulunması halinin sistemi krizlere sürekli açık bıraktığı kanaatindedir. Mouffe, bu görüşe doğrudan katılır ve dahi, liberalizm ve demokrasi arasındaki bu “paradoks”un üretici ve savunulması gereken bir özellik olduğunu düşünür. Schmitt, siyasal kavramını, yukarıda bahsedildiği gibi, dost/düşman ayrımı çerçevesinde inceler. Chantal Mouffe, bu ontolojik tanımı “yumuşatarak” dost/düşman ayrımını fiziksel öldürmenin gerçek olasılığından ayrıştırıp birbirlerini rakip (adversary) olarak gören mücadele gruplarınca modelin temelini inşa eder.

Birbirlerinin farklılıklarını kabul eden ve siyasal alanda birbirlerine “rakip” olan siyasal grupların varlığıyla açıklanan mezkûr modelin eleştirileri iki minvalde gerçekleşmiştir. İlki, modelin siyasal alana dair fazlasıyla iyimser ve naif olması, ikincisi ise sınıf siyaseti yerine kimlik siyasetini odak noktasına alması. Ben, bu iki eleştirinin de ötesine geçerek, temel problemlerin liberal siyasal aklı merkeze alması ve dostluğun Schmitt tarafından içeriği değiştirilmiş halini veri kabul ederek yumuşatmaya çabalamasında görüyorum. Bu bakımdan Jacques Derrida’nın hatırlattığı biçimiyle, dostluğu kendisinin karşıtı başka bir kavrama referans duymadan siyasal olarak yeniden inşa etmenin siyasal tahayyülümüzü değiştireceği kanaatindeyim.

Aktarmaya çalıştığım biçimiyle dostluk üzerine felsefenin başlangıcından itibaren umutsuz bir anlatı var gibi duruyor. Diğer taraftan, insanın soyutlama yeteneğinin en cezbedici yönlerinden biri de, inşa edilmiş düşünceyi tekrar üzerine düşünerek olduğundan farklı hale getirip yaratıcı hatlar oluşturabilmesidir. Aksi halde Antik Yunan felsefesinden başlayarak tüm düşünce tarihinin günümüz için söyleyebilecek hikâyesi olamazdı. Bütün hiyerarşik ve dışlayıcı anlatısına karşılık bize Aristoteles’in anlatısı dostluk politikaları üzerine düşünme imkânı verebilir. Aristoteles, dostluk üzerine soruşturmasında, onun nasıl mümkün hale gelebileceğini araştırıyordu. Dostluk, sevmeye dayalıdır veyahut ondan meydana gelir. Bir adım daha ilerleyerek, ona göre, dostluk, dost olmak “seviyor olmaktır”, “seviliyor olmak” değildir. Bu önermenin arkasındaki akıl yürütme nedir? Aristoteles, biliyor olmak mı biliniyor olmak mı sorusuyla analoji kurar. Biliniyor olmak, yapmaktan çok almaya dayanır ve –çeviri anakronistik olmakla beraber- egoistik bir duyguya yakındır. Dostluğun gerektirdiği “karşılıklılığı” sağlayamaz daha çok edilgen tavra sebebiyet verir. Aynı sebeple, “seviyor olmak” her zaman “seviliyor olmaktan” daha çok tercih edilebilirdir[3]. Buradan itibaren dostluk politikası siyasal anlamda yeni bir kaçış hattına başlangıç olabilir. Liberal siyasal aklın rasyonelleştirilmiş farklılıklar sistemini bir kenara bırakarak tekillikleri merkeze alan, “sevilmekten” ziyade tekillikleri sevmeyi düşünen siyasal çerçeve inşası umut vericidir. LGBTİ ve Queer hareketin yalın ve güçlü sloganı, dostluğu yeniden kuramsallaştırmak adına siyasal alanın bir parçasını değil tümünü değiştirecek potansiyeli haizdir: “Love wins”


[1] Habermas ile örneklendirilen bu anlatı, diğer taraftan birçok düşünür tarafından meşru görülen bir yaklaşımdır. Özellikle “rasyonel” kavramını kullanmayı tercih ettim. Çünkü ratio kelimesinden üretilen bu hat, kelimenin “oran, orantı, hesaplama” anlamlarını “akıl” ile eklemlendirir. Bir nevi kestirmeden, ekonomi ile akıl birbirlerine ilmiklenir. Dolayısıyla bu noktada Türkçedeki kullanımda aralarında mevcut nüansın ıskalandığı ama İngilizcede imkân dâhilinde olan rational-reason arasındaki ayrım, siyasal düşüncenin kudretini göstermesi ve onu geliştirme ihtimali açısından verimli bir alan açmaktadır.

[2] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Çev: Ece Göztepe, Metis Yayınları, s.46-7.

[3] Jacques Derrida, Politics of Friendship, s. 8-14.

Yazı dizisindeki diğer içerikler:

Ne işimize yarıyor bu performanslar?

“Japon Arzu öldü” dediler…

İnterseksin patolojikleştirilmesinin tarihi ve bugünü

Trans intiharlarında dışlanma ve nefretin izleri

25 Kasım: Biseksüelim, lezbiyenim şiddete karşı buradayım!

Bir dava dosyasının kısmi analizi ve nafaka tartışmalarına “ihtiyaç” molası

Monoseksizme de karşı bir 25 Kasım!

Akran zorbalığı mı? Evet tanırım, o benim kötü çocukluk arkadaşım

E-danışmanlık sosyal hizmet müdahalesinin neresinde?

HIV/AIDS’e karşı farkındalık değil, HIV ile yaşayanlar için farkındalık!

Korkudan sevgiye 1 Aralık: Bir gün insanlara hikayemi anlatacağım hiç aklıma gelmezdi!

*Bu makale Avrupa Birliği'nin desteklediği LGBTİ'lerin İnsan Hakları için Farkındalık ve Savunuculuk Projesi kapsamında yayımlanmıştır. Bu, yayının içeriğinin AB'nin resmi görüşünü yansıttığı anlamına gelmez.


Etiketler: yaşam
İstihdam