22/11/2011 | Yazar: Rahmi Öğdül

Dünyayı dükkânın vitrininden görmek istemeyenler meydanları doldurmaya başladı bile...

Dünyayı yorumlayıp anlama tarzımızla yaşam tarzımızın iç içe geçtiği, daha doğrusu ontolojik duruşumuzla gündelik hayattaki davranışlarımızın örtüştüğü biliniyor; herkes kendi meşrebince anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Kozmosu minyatür halde tasvir etmek için seçtiğimiz metaforlar nasıl biri olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı hemen ele veriyor. Örneğin Shakespear için “dünya bir sahne, hepimiz oyuncularız”; ya da Shakespear’in ‘Windsor’un Şen Kadınları’ eserinde Pistol ile Falstaff arasındaki diyalogda geçtiği gibi, “Dünya, kılıcımın ucuyla açacağım istiridyemdir.” Darvinciliğin ateşli savunucularından olan Thomas Henry Huxley ise insan ile doğayı iki rakip gibi görüyor ve satranç tahtasını metafor olarak seçiyordu kendisine: “Satranç tahtası dünyadır, taşlarıysa evrenin fenomenleri.” Günümüzdeyse neoliberal anlayışın yaygınlaşmasıyla birlikte “dünya bir dükkândır” diyenlerin çoğalmış olduğunu kestirebiliriz pekâlâ. Dükkânlarının vitrininden baktıklarında her şeyin alınıp satılacağı ve raflarda sergilenebileceği bir dünya açılıyor gözlerinin önünde.


ZİHNİMİZDE AÇTIĞIMIZ DÜKKANLAR
“Demokratik temsilcilerin hepsinin gerçekten de dükkâncı olduklarını ya da dükkâncıların coşkun savunucuları olduklarını anlamak için fazla düşünmeye gerek yok bile” diye yazıyordu Marx 18. Brumaire’de. Küçük burjuva zihniyetini dükkân üzerinden tanımlayan Marx, dükkâncıların yaşamlarında aşamadıkları sınırları, kafalarında da aşamayacaklarını belirtiyordu. Maddi çıkar ve toplumsal mevki nedeniyle pratikte karşılaşılan sorunlar ve çözümler teoriye de taşınıyor haliyle. ‘Dükkânlarımızı kafamızın içinde de taşıyoruz, vitrin çerçevesini dünyayı işlemek için zihinsel bir kasnak haline getiriyoruz’ demek istiyor Marx. Tüm ekonomik ve toplumsal içerimleriyle dükkân formu hem gündelik hayatta hem de zihinsel çabalarda kendini bize dayatıyor. Böyle bir formun içine hapsolup kalmak sadece dükkâncılara özgü olmasa gerek. Hepimiz, gündelik yaşamdan devşirdiğimiz düşünsel ürünlerle raflarını donattığımız dükkânlar açıyoruz zihnimizde. Kafalarımızın içini bir dükkân gibi düzenleyerek, kendi yarattığımız dört duvarlı, geçirimsiz düşünce hücrelerinde tıkılı kalıyoruz. Karşılaştığımız sorunları çözerken dükkânın sınırlarını aşamıyoruz.
VİTRİNDEN SERGİLENEN SABİTLENMİŞ KİMLİKLER
Marx’ın belirttiği gibi, demokratik temsilciler ya dükkâncı ya da dükkâncıların coşkulu savunucuları olduklarına göre, demokratik çözüm önerilerinin de dükkânın sınırlarınca belirlenmesi kaçınılmaz oluyor haliyle. Çokkültürcülük, dükkânın vitrininde sergilenen sabitlenmiş kimliklerden başka nedir ki? Herkes, her şey katı sınırları olan bir kimlik taşıdığına göre, bu kimlikleri derin dondurucuda dondurup, sonra da piyasaya sürmek, kimlikler üzerinden politika yapmak, tam da dükkâncı zihniyetine, dükkâncı evren tahayyülüne denk düşmüyor mu? Derin dondurucuda saklanan kimlikleri yeri geldiğinde piyasaya süren bu dükkâncı anlayışın yaşamın her yerine sızdığı gözlerden kaçmıyor. Sabitliklerle hayatı bir dükkân gibi tasnif etmeye, bu sabit kimlikler üzerinden kariyer yapmaya çalışan dükkâncı zihniyet yaygınlaşıyor.

DÜKKANCILIĞIN ÇAĞDAŞ FORMU: AVM’LER
Evrensel olarak tasarlanmış bir düşünce modelinin distribütörlüğünü üstlenmişlere ne demeli? Daha büyük bir dükkâncılar ağının bölge temsilciliğini üstleniyorlar. Mesela, Beyoğlu Belediye Başkanı Beyoğlu’nun mekânsal örgütlenmesini tasarlarken, dükkâncılığın daha çağdaş formu olan avm’leri taşıyor kafasının içinde. Her fırsatta ilçeyi bir avm gibi örgütlemekten söz ediyor, evrensel olarak tasarlanmış bir formu hayata giydirmeye çalışıyor. Sabitlediği formları, yine sabitlenmiş bir mekân formuna tıkmaya çalışıyor.

Farkı sadece olup bitmiş, gerçekleşmiş formlar arasında gören bu dükkâncı zihniyet, varlıkların, kendi içlerinde kıvrım kıvrım kaynaşan fark yığınları olduklarını görmek istemiyor. Bastırdığı, yok saydığı, evcilleştirdiği bu fark yığınlarının, tıpkı Alfred Hitchcock’un ‘Kuşlar’ filminde olduğu gibi, dükkâna saldıracaklarını ve yerle bir edeceklerini biliyor çünkü. Filmin geçtiği kasabanın adının Bodega Bay olduğunu hatırlayalım; Bodega, Meksika İspanyolcasında bakkal anlamına geliyor. Yeryüzünü ve zihinleri bir dükkânlar zinciri olarak örgütlemek isteyen egemen anlayışa saldırıya geçen kuşlar, başka yaşama ve düşünme tarzları için deneyler yapıyorlar, üzerleri örtülmüş farklılıkları yüzeye çıkarıyorlardı aslında. Ve günümüzde de giderek yayılıyor kuşların hareketi; dünyayı dükkânın vitrininden görmek istemeyenler meydanları doldurmaya başladı bile.
 

Etiketler: yaşam
nefret