03/07/2020 | Yazar: Serdar Soydan

Ulviye/Acem Ali Bey’de kadınlığın bir sıfat, erkekliğin bir kıyafet olduğu vurgusu yapılıyor. Bir tür hizaya sokma, tanımlama, netleştirme çabası bu.

Dürdane Hanım: Acem Ali Bey ya da Ulviye Hanım Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bu çalışmada, Tanzimat Dönemi'nden günümüze edebiyatımızdaki 'trans' temsillerini bir araya getirdim. Çabam, tanımların, anlamların ve dahi kimliklerin sorunsal haline getirildiği, didik didik edildiği bir zamanda Osmanlı ve Türkiye edebiyatlarında bir kimliğin izini sürmek olarak görülebilir ve 'eski moda' bulunabilir. Ancak böyle bir derleme bugüne kadar yapılmamıştı, bu metinlerin ekserisi üzerine hiçbir söz söylenmemişti. Yine de trans kelimesini tırnak içine alarak ve temsil kelimesiyle performans kelimesinin anlamsal yakınlığına dikkat çekerek bu birbirinden farklı varoluşlara bir kimlik atama niyetinde olmadığımı belirtmek isterim.    

Bu çalışmanın ilk metni olarak bir Ahmet Mithat Efendi metni seçmiş olmam hayretle karşılanmamalıdır. Çünkü Tanzimat Fermanı sonrası edebiyatımız söz konusu olduğunda, pek çok izleksel, biçimsel ya da türsel ilk, yenilik ve arayış Ahmet Mithat Efendi’nin metinlerinde bulunmaktadır.

Bu metinlerden biri olan Dürdane Hanım[1] 1881-82 yılında (h.1299) basılmış bir romandır ve gerek biçimsel, gerek izleksel açıdan pek çok ilk, yenilik ve arayışı bünyesinde barındırışıyla önemli bir eserdir. Burada, bu metinle ortaya koymaya çalışacağım, eserin merkezinde yer alan Ulviye Hanım/Acem Ali Bey karakterinin cinsel kimliğine dair birkaç sözle sınırlı kalacaktır.

*

Roman, Galata meyhanelerinin detaylı tasvirleri ile başlar. İlk olarak, bu meyhanelerin birinde oturmakta olan Çerkes Sohbet Ağa ile tanışırız. Ağa, Acem Ali Bey adlı birini beklemektedir. Bu sırada içeri Rum asıllı Papazoğlu adlı bir yankesici girer. Sohbet’e bu gece Acem Ali Bey adlı genç bir mirasyediyi soymak amacında olduğunu söyler. Sohbet’se Papazoğlu’na acımaktadır. Çünkü Acem Ali Bey güçlü, kuvvetli bir gençtir ve değil kendisini, kendisi gibi beş kişiyi yere serebilmektedir. Çerkes Sohbet, Acem Ali Bey’in de dahil olduğu bir kavgayı anlatır.

“Bir de civar yalı­lardan bir genç herif fırladı. Çok tokat yedim ama öylesini hiç tattığım yoktur Andon! Enseme bir şeydir indi, ama yıldırım mı indi, ne oldu, anlayamadım. Allah hakkı için, o anda ensem Galata francalası gibi kabardı. Baktım başka çare yok. ‘Aman beyim! Kabahat bizim değil! İskeleye en evvel biz yanaşmış­tık,’ dedim. Bir kere döndü suratıma baktı. Kara gözleri sanki ateş gibi kıpkırmızı kesilmişti. ‘Vay! Yanlış ettik. Affet baba­can! Ben sizi kurtarmaya gelmiştim!’ diye bizi bırakıp pantolonlu heriflerle pazar kayıkçılarına bulaştı. Onlardan dahi onu birden çocuğun üzerine yüklendiler. Bir aralık zavallıyı yere serdiler, ama herif ele avuca sığar canavar değil ki! Davrandı kalktı. İki kayıkçıyı birden yakalayıp herifleri birbirine öyle bir çarpış çarptı ki pekmez testisi gibi parça parça olmadıkla­rına şaştım. Fakat ikisi dahi rıhtım üzerine serildiler. Pantolonlu heriflerden birisine bir şamar attıydı, herif bir aya­ğının topuğu üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönerek yıkıldı. Kayıkçı Türk’ün birisinin göğsüne bir yumruk indirdiği gibi herifin nefesi tıkanıp simsiyah kesildi.” (s. 553)

Bu sırada Acem Ali Bey ortaya çıkar. Bu delikanlının tasviri de son derece detaylıdır romanda.

“Acem Ali Bey on sekiz, nihayet on dokuz yaşlarında tahmin olunabilecek bir delikanlı olup vücudu nahif, boyu uzunca ve elleri küçücük olduğuna göre, öyle pazar kayıkçılarını yekdiğerine çarpıştırmaya kâfi kuvvetin nerede olduğuna insan şaşardı.

Sakal ve bıyık henüz belli bile olmayıp bundan dolayı Çerkez Sohbet kendisine ‘Acem Ali’ unvanından ziyade ‘Köse Ali’ unvanını layık görürdüyse de ekseriya tüysüz olanların yüz­lerinin derileri bu eksikliğin hükmünü kuvvetlendirecek kadar iğrenç olduğu halde Acem Ali’nin cildinde bilakis güzellik dahi görülürdü. Eğer kendisi ziyadece esmer olmasaydı o kara kaşlar ile kara gözler bir kat daha hoş olurlar idiyse de, bu kadar güzel kara kaş ve kara göz öyle beyaz tenlerde pek nadir olarak, esmer olanlara has bulunduğun­dan, bu nevi gözlerin en güzelleri Ali’de bulunması tenindeki es­merliği dahi ziynetlendirirdi.

İsmi Acem Ali olduğuna göre kendisini papağı ve başmağıyla bir Acem zannetmeyiniz. Potinli, pantolonlu, ceketli, boyunbağlı âlâ bir şık olup Acemliğinden kendisinde kalan bir şey varsa o dahi konuşmasında hissolunan pek cüzi bir şiveden ibarettir.” (s. 556-57)   

Tüysüzlük, güzellik, beyaz ten gibi toplumsal cinsiyet tanımlamalarında kadınlık ve kadınlara atfedilen niteliklerle vasıflandırılan Acem Ali Bey, bir iş için Sohbet’ten yardım istemektedir. Lakin işi gizli tutması gerekmektedir. Sohbet düşünmeden kabul eder.

“Can çıkar da sır çıkmaz. Vakıa sizinle topu birkaç defa gö­rüştük. Onlar da pek sathi olduysa da size o kadar muhabbet et­tim ki kırk yıllık dostunuz, arkadaşınız gibi oldum.

Filvaki Çerkeş Sohbet bu sözü söylemekle beraber Acem Ali’nin yüzüne öyle bir bakış baktı ki kırk yıllık dostu değil ama sanki kalubeladan beri âşığı imiş gibi bir bakıştı”. (s. 556)

Anlatıcı her ne kadar daha sonra “Çerkes Sohbet’te mahbub-dostluk (eşcinsellik) asla mevcut” değil dese de “Acaba Çerkes Sohbet’in kendi hakkındaki hissiyatı bu derecelere kadar vardığını Ali dahi anlamış mıydı?” diye sormadan edemez.

Acem Ali Bey birlikte işe girişeceği Sohbet’e “bir kat daha kaynaşmak” için geceyi birlikte geçirmeyi teklif eder. Birlikte Galata’daki bir eğlence evine giderler. İki aşüfte nezaretinde içer ve bir süre sonra yatmak üzere bir odaya geçerler. İki adam aynı odada bulunan iki ayrı yatağa uzanır, uzanır uzanmaz da uyuyuverir.

“Lakin horultu çok zaman devam etmedi. Sandalcı Sohbet bir aralık yatağından başını kaldırıp etrafı teftiş eyledi.

Ancak kaldırdığı başı tekrar yastık üzerine koymadı. Etrafı teftişten sonra gözleri Acem Ali üzerine dikilip orada dahi mıh­landılar kaldılar.

Acem Ali hâlâ horlamaktaydı.

Çerkeş Sohbet hem Ali’yi temaşa eder hem de çehresinde öyle değişiklikler oldu ki dikkat edenler bunu görecek olsa yüreğinden pek çok şeyler geçmekte olduğunu hükmedebilirdi. Zira çehre yüreğin aynasıdır derler. (s. 566-67)

Sohbet bir süre sonra bakmakla da yetinemez bir hale gelip ayağa kalkar, uyumakta olan Acem Ali Bey’in yatağına gider ve yorganı kaldırır.

“Ne garip hâl! Sohbet yorganı kaldırıp da Ali’nin vücuduna bakar bakmaz sanki yorgan altında korkunç bir şey görmüş gibi birdenbire tekrar örterek iki adım dahi geriye çekildi.

Sohbet’in çehresinde nice bin hayret alametleri varsa da ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemiyor ki!

Şüphesiz on dakika kadar daha ve fakat hareketsiz bir hâlde durduktan sonra tekrar Ali’nin yatağına sokularak yor­ganı bir daha açtı. Hem de bu defa evvelkinden daha ziyade çekiniyordu ve şu çekinmeden anlaşılıyordu ki ilk açtığı zaman gördüğü şeyin sıhhat ve hakikatine inanamamış da inanmak için bu ikinci keşfe dahi mecbur olmuştur.

Acaba bu ikinci bakışında biz dahi Ali’ye Sohbet’e beraber bakmış olsaydık ne görürdük?

Ne göreceğiz? Soyunduğu zaman ceketini, yeleğini, Frenk gömleğini çıkarıp yalnız fanilasıyla yatağa girmiş olan Acem Ali Bey’in göğsündeki fanilanın altına sanki iki turunç koymuş­lar gibi bir hâl!

Eğer Sandalcı Sohbet biraz daha cesaret edip de Ali’nin göğsüne elini koymuş olsaydı bu küreciklerin turunç kadar katı olmadıklarını görerek adeta en güzel kız memelerinden bir çift meme olduğunu anlar ve hükmederdi. (s. 567-68)

Acem Ali Bey… O güçlü kuvvetli, tuttuğunu koparan, vurduğunu deviren delikanlının “adeta en güzel bir kız gibi” memeleri vardır. Kısa süre sonra Acem Ali Bey’in aslında Ulviye adlı bir ‘kadın’ olduğunu da öğreniriz.

“Ulviye Hanım ancak yirmi yedi yirmi sekiz yaşlarında bir taze duldur. Kendisi biraz esmerceyse de çehresi o kadar latif ve vücutça o derecelerde mütenasiptir ki biraz dikkatle bakanlar kendisini en güzel kadınlardan addederler.

Ya ne kadar terbiyeli, ne kadar nazik bir kadındır! Hem de terbiye ve nezaketi yalnız doğuştan gelmeyip tüm bunları çalışarak da elde etmiştir. Nasılsa pederi bu kızın talim ve terbiyesine pek zi­yade ehemmiyet verip Farsça ve Arapçayı pek mükemmel tahsil eyledikten maada İngiliz lisanını da gereği gibi ele getirmiştir” (s. 597)

Anlatıcı, bize Ulviye Hanım’ın serüvenini anlatmaya başlar ki bu serüven bizi Acem Ali Bey’e götürür.

Ulviye Hanım, kendisine bir meşgale ararken, yalı komşuları Halveti Efendi’nin kızı Dürdane ilgisini çekmiş, Dürdane Hanım’ı gözlemeye başlamıştır. Bir süre sonra penceresinin yanına kadar gidip odasını dinleme sevdasına da düşmüştür ki, bu “bir kadının yapacağı iş değildir”.

“Kadın kıyafetiyle bu işi yaparsa şayet denizden filandan görenlerin nazarında tamamen mahvolacağını anlayarak erkek kıyafetine girmeyi kurar. Zira o hâlde görülecek bile olsa herkes kendisini hırsız zannedeceğini, böylece Ulviye Hanım ismini kesin bir rezaletten kurtarmış olacağını düşünür.

Bu merak işsiz güçsüz genç kadının kalbinde o kadar büyür ki nihayet bir kat erkek elbisesi satın alır. Odası içinde ilk kılık değiştirdiği zaman aynaya baktığında adeta kendi kendisini cidden erkekten fark edemediği gibi, kethüda kadın gördüğü zaman birdenbire korkusundan bayılmak derecelerine ge­lir. Hatta Ulviye ‘Canım, işte benim a hanım nine!’ diye kendi­sini bildirdiği hâlde bile biçare kadıncağız hâlâ tanıyamayıp korku ve telaşını dahi üstünden atamaz.

Nihayet kethüda kadın der ki:

‘Aman efendim! Bu kıyafet ne? Sizi valideniz bu hâlde görmesin. Sonra karışmam!’

‘Validem beni bu hâlde nasıl görebilecek? Onun neden ha­beri olabilir?’

‘Ee, bu kıyafete girmekten maksadınız nedir?

‘Hiç! Eğlence!’

‘Nasıl eğlence?’

‘Dürdane Hanım’la aşk yaşayacağım.’

‘Aman a kızım, bu nasıl lakırdı?’

‘Nasıl lakırdı olacak? Bu dünyaya dört duvar arasında mahpus olmak için gelmedik ya! Yoksa bana başka emeller isnat ederek iffetimden...’

‘Estağfurullah! Sizin iffetinize kimsenin bir diyeceği yok­tur. Fakat bu latifeler dahi gayet tehlikelidir.’

‘Sen tehlikesine bakma! Validem bir şey sezmesin de, sen­den başka bir şey istemem!’

Ulviye Hanım kılık değiştirdiğinde hiç tanınmaya­cağına o kadar emindir ki hatta bir gün bir araba ge­tirtip erkek kıyafetinde olduğu halde Bağlarbaşı’na giderek Millet Bahçesi’nde yürüyüş yaptığı halde dahi hiçbir kimse farkına varmaz. (s. 600-601)

Kethüda kadının, Ulviye Hanım’ın erkek kılığına girdiğini görmesi üzerine verdiği tepki ve Ulviye Hanım’ın bu şaşkınlık üzerine “yoksa bana başka emeller isnat ederek iffetimden…” çıkışı bu durumu bir namus meselesi haline getirir. Demek ki Ulviye Hanım için erkek kılığına girip bir kadınla aşk yaşamak istemek iffetsizliktir.

Kethüda kadın onun bu çıkışı üzerine geri adım atar ancak efendisini uyarmadan da edemez: Zira böyle bir şeyin şakası bile tehlikelidir.

Erkek kıyafeti ile Dürdane’nin penceresine dayamak üzere merdiveni kaldırmaya yeltendiğinde ise kendisinde fevkalade bir kuvvet bulunduğunu fark etmiştir. 

“Genç kadın o zamana kadar kendisinde böyle fevkalade bir kuvvetin bulunduğunu hiç tecrübe etmemiş iken bu defa şu kuvvete kendisi dahi şaştıysa da birdenbire bu kuvvete güvenemedi. Tecrübe için merdiveni birkaç adım mesafeye kadar götürdüğü zaman bahçıvan kadar zorlanmadığını görüp biraz daha rahatladı.

Yalıya döndüğü zaman zaman içi elbise dolu olduğu için ga­yet ağır bulunduğunu bildiği bir sandığı kaldırmalarını iki cari­yeye emreyledi, cariyeler sandığı kaldırabilmekten aciz ka­lınca ‘Haydi şuradan, çürük murdarlar! Bunda kaldıramayacak ne varmış?’ diye sandığı yakaladığı gibi yerinden kaldırıp öte tarafa attı.

Hanımlarında gördükleri şu kuvvetten cariyeler hayret ededursunlar, Ulviye Hanım’ın kendi nefsine itimadı ar­tarak ‘Öyle ise ben bir erkekten daha kuvvetliymişim,’ dedi.

Bir gün erkek kıyafetinde Bağlarbaşı’na gitmek Ulviye Hanım’ı pek ziyade eğlendirmiş olduğu gibi, şimdi kendisinde her erkeğe nasip olmayan bir de kuvvet görünce erkeklik için he­vesi bir kat daha artarak ‘Şimdiye kadar yalnız kadın gibi ya­şadım. Bundan sonra dünyada maişet-i merdanenin (erkekçe yaşayışın) ne olduğunu dahi tecrübe ederim. Bunun için biraz silah kullanmak ve biraz da cü­ret ve cesareti arttıracak vakalarda bulunmak yeterli gelir. Artık birkaç gün erkek kıyafetiyle çıkıp bazı kavgalı dövüşlü olay aramalıdır,’ diye zihninden şu erkeklik planını büyülttükçe büyültmeye başladı” (s. 602)

Böylece Ulviye Hanım ve Acem Ali Bey ikili bir yaşam sürmeye başlar.

Ulviye Hanım, Dürdane’nin hayatına dair gözlem yapmaya devam eder ve evlerine gelen bir ahbapları vasıtasıyla haberdar olduğu mucizevi telefon aletinden yararlanarak odası ile Dürdane’nin odası arasına çektiği hatla işi ilerletir; genç kadının bir aşığı olduğunu öğrenir. Öğrenmekle de kalmaz, Dürdane Hanım’ın aşığı olan Mergup Bey’in genç kadına karşı takındığı tavrı beğenmeyerek Dürdane adına intikam almaya karar verir.

“Ulviye Hanım, Mergub Bey’in layık olduğu terbiyeyi kadın sıfatıyla mı, yoksa erkek kıyafetiyle mi vermek lazım gelece­ğini düşünmeye başladığında pek çok fikir yürütmeye gerek görmeksizin Mergub’dan hem kadın sıfatıyla, hem erkek kıyafetiyle intikam almanın daha uygun olacağına hükmeyledi.” (s. 614)

Ulviye Hanım olarak Mergup Bey’i kendisine aşık eden kahramanımız, Mergup Bey’in Dürdane Hanım’a kendisi hakkında söylediklerine sinirlenerek “Hınzır Mergub! Senden yalnız Dürdane'nin değil, kendi in­tikamımı dahi almazsam bana da Ulviye, daha doğrusu Acem Ali Bey demesinler!” (622) derken, bu çift kimlikliliği vurgular.

Ulviye Hanım, Mergup Bey’i yalısına davet edip ona tüm bu macerayı anlatır ve Dürdane ile evlenip evlenmeyeceğini sorar. Ortam gittikçe gerilir ve sonunda Ulviye Hanım, Mergup Bey’i “evlenmezsen seni öldürürüm,” diye tehdit eder. Bunun üzerine Mergup Bey, kendini korumak için revolverine davranır ki,

“Ulviye yani Acem Ali Bey, Mergub’a davranmaya meydan ver­meksizin şık beyin kolundan tutarak öyle bir sıkış sıktı ki kolu­nun kemikleri sanki yassılmak derecesinde bir acıyla ‘Aman kolum!’ diyerek tabanca dahi yere düşüverdi.

Ulviye dedi ki:

‘Her yaşmaklıyı kadın mı zannediyorsun? Haydi beyim. Benim sana kastım burada kendi hanemde olamaz. Misafirperverlik şanına yakışmaz. Bundan sonra kendini benden iyice koru!’

İlk tehdide Mergub ehemmiyet vermediyse de, işbu ikinci tehdide pek ziyade ehemmiyet verdi. Zira kolu sanki yerinden kopmuş gibi ağrımaktaydı.

Oradan sağ salim çıktığından dolayı biçare Mergub fuka­raya sadaka vererek, akşam yatağına girerken koluna baktı ki Ulviye’nin parmakları değdiği yerlerden adeta kan fışkırıp gömleğini dahi kızartmış.” (s. 630)

Ulviye Hanım, yazarın tabiriyle bu işsiz güçsüz genç kadın, bir merakla giydiği kıyafetler sayesinde yepyeni bir deneyimin, yepyeni bir performans alanının içinde bulur kendisini. Kendisindeki gücü, kendisindeki ‘erkekliği’ keşfeder. Dürdane Hanım metni bedenin, cinsiyetin akışkanlığına dair pek çok şey söyler. Travesti ve transseksüel tanımlarının yapılmadığı, bu kavramların konuşulmadığı bir zamanda başka bir dünyanın, başka bir bedenin ve başka bir cinsiyet kimliğinin mümkün olduğunu gösterir.

Ulviye gitgide Acem Ali Bey de olur. Ama Acem Ali Bey olurken bir yandan da yazar marifetiyle Ulviye olmaktan da vazgeçmez. İkili bir performanstır onunki. Öyle ki bir süre sonra Mergup Bey’den hem kadın sıfatıyla, hem erkek kıyafetiyle intikam almaya karar verir.

Burada sıfatı ve kıyafeti kelimelerine, yazarın bu tercihine değinmek gerek. Ulviye/Acem Ali Bey ikiliği her ne kadar kuir bir temsil sunuyor, roman boyunca cinsiyetin, bedenin sınırları genişletiliyor ve belki bilinçsiz olarak kolay tanımlanamazlığı vurgulanıyorsa da Ulviye/Acem Ali Bey’de kadınlığın bir sıfat, erkekliğin bir kıyafet olduğu vurgusu yapılıyor. Bir tür hizaya sokma, tanımlama, netleştirme çabası bu.

Finale yakın her şeyi yerli yerine koymaya çalışma. Metin boyunca tükürdüğünü yalama bir anlamda. Bu yüzden Ahmet Mithat Efendi romanın sonunda Ulviye Hanım’ı -artık sadece Ulviye Hanım- Sohbet Ağa ile evlendiriyor. Böylelikle Ulviye Hanım’ı erkek kılığına girerken, yani Acem Ali Bey performansına hazırlanırken gören kethüda kadının, efendisinin cinsel yönelimine yahut cinsiyet kimliğine dair soru işaretleri ve tehlikeli bulduğu bu latifeler de ortadan kalkmış oluyor.

Yazar onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine dese ve romanın finaliyle kadını, erkeği ve bu kadın ve erkeğin cinsel yönelimlerini kafasında netleştirse, okuyucuyu da netleştirmeye çağırsa da Dürdane Hanım, ta 1882’de, yani neredeyse bir buçuk asır önce, Ulviye Hanım/Acem Ali Bey karakteriyle bize son derece o biçim, hatta cis/transın da ötesinde bir deneyim sunuyor.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



[1] Yazımda, Dürdane Hanım’ın Türk Dil Kurumu Yayınları’ndan çıkan M. Fatih Andı tarafından Latin harflerine çevrilen sadeleştirilmemiş metnin kullandım. Kitabın tam künyesi; Ahmet Mithat Efendi, Henüz 17 yaşında, Acâyibi âlem, Dürdane Hanım, (haz. Nuri Sağlam, Kâzım Yetiş, M. Fatih Andı) Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000 (Alıntılanan metinleri günümüz okuyucusu için anlaşılır kılmak adına az da olsa sadeleştirdiğimi de belirtirim.)   


Etiketler: kültür sanat
İstihdam