16/05/2012 | Yazar: Hakan Bilge

Sokakta, caddelerde, köşe aralarında bastırılan, gizlenen, ötekileştirilen, dıştalanan, yok sayılan ve aşağılanan cinsel kimlikler haliyle sinemada da bir kenara itiliveriyor.

“Eşcinsellik, hastalıktır.”
(Selma Aliye Kavaf, 60. Hükümetin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı)
 
Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev’in Ejderha Dövmeli Kız’ı (2009, Män som hatar kvinnor) sinemada lezbiyenlik ve dolayısıyla da eşcinsellik temsilini okumak için en yakın örneklerden biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor! Çünkü 2000’li yıllarda, yani uygarlığın tavan yaptığı yıllarda yaşamamıza ve mağara adamlığı dönemlerimizi çoktan geride bırakmamıza karşılık doğal cinsel eğilimler baskı altına alınmaya devam ediyor ve erkeksi dayatma sinema sanatı eliyle fütursuzca dışavuruluyor.
 
Bu film geleneksel klişenin günümüze değin uzandığını yordamak için elzem bir film, denebilir her şeyden önce. Neydi o geleneksel klişe? Şöyle ki; burada da lezbiyen tiplemesi (typification) bütünüyle arızalı, yabanî, seksüel tercihleri gelgitli bir figür olarak resmedilmiştir. Erkeklerden korkan genç bir kadın oluşuyla Lisbeth (Noomi Rapace) ilk olarak frijit bir görünüm çizmektedir. Erkeksi tavırları da handiyse kuvvetlendirir bu izlenimi. Erkeklerden korkma sebebi ise aynı tarz klişenin işlemesini sağlar. O da şu: Küçük kız tacize uğrar ve artık erkeklerden ürken bir frijit haline dönüşür. Bu kadar basit! Bütün anksiyetelerin, hastalıkların, nevrozların, konumuz icabı da seksüel tercihlerin dönüp dolaşıp çocuklukta ya da ilk gençlikte yaşanan kimi travmalara dayandırılması sizin de canınızı yeterince sıkmadı mı? Sinema daha ne kadar bu alanda vakit öldürmeye devam edecek sizce? Elbette bu tür klişe görüntüler Freud ve onun modernist terminolojisini de bulandırıyor. Psikanalitik paradigmayı örseliyor. Çünkü artık çocukluk travması denilince akla ilk olarak Freud ve tartışmalı teorileri (fallik dönemde fiksasyon ile Oidipus ve Elektra karmaşaları burada anılabilir) geliyor. Cinsellik ise salt yatak odasında harcanan sıcak bir mesai olarak algılanıyor. Dolayısıyla da erotizm ve onun sofistike göstergeleri yeterince derinlikli bir bakış açısından betimlenemiyor. Vesaire vesaire.
 
Lisbeth’in bir Hitchcock kahramanını (haksız yere suçlanan adam tipolojisi) çağrıştıran Mikael (Michael Nyqvist) ile ilineksel ilişkisine baktığımızda onun cinsel-psikolojik gelgitlerini daha iyi kavrarız. Özetle; Lisbeth, mazide kalan ama sık sık yüzeye çıkarak kendisini psikolojik olarak huzursuz eden travmasını -eğer çaba gösterirse- aşabilecektir. Bunu aşması için erkeklerle yatmayı denemesi gerektir! Yatar da. Eğer travmatik geçmişi onu rahatsız etmese idi ya da böyle bir ruhsal şok yaşamasa idi zaten lezbiyen de olmayacaktı! Dolayısıyla tek ve normal olan, genelgeçer ve yerleşik diyebileceğimiz ilişki biçimi heteroseksüel ilişkidir. Normalliğin adıdır heteroseksüellik. Filmin tezi budur aşağı yukarı.
 
İşte bu noktada şu soru: Neden eşcinsellik doğal akışı içerisinde betimlenegelmemiştir? Neden eşcinseller hep patolojik olgular olarak karşımıza çıkmak zorunda ki? Eşcinsellik bir hastalık mıdır, patolojik bir mesele midir? Kuşkusuz hayır. Bugün eşcinsellik doğal bir cinsel eğilim olarak benimsenmektedir. Özellikle 1960’lardaki feminist canlanma sonrası akademik çevrelerde de eşcinselliğin bir sapma ya da hastalık olmadığı, bilakis doğal bir cinsel eğilim olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Kinsey’in araştırmalarını ansak yeridir hani. Bununla birlikte toplumsal arenada eşcinsellik halen sapkın ve hastalıklı bir ruh hali olarak değerlendiriliyor. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yürürken gördüğüm birçok eşcinselin, transseksüelin çekimser davrandığını, linç korkusuyla yaşadığını çok iyi tahmin edebiliyorum.
 
“Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence. Dolayısıyla eşcinsel evliliklere de olumlu bakmıyorum. Bakanlığımızda onlarla ilgili bir çalışma yok. Zaten bize iletilmiş bir talep de yok. Türkiye’de eşcinseller yok demiyoruz, bu vaka var.”
 
yollu aforizmik sözleriyle tarihe geçen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf (AKP’nin kurduğu 60. Hükümet’te görev almıştı), mevcut kini ve patolojik bakışı kuşkusuz daha da hortlatmış durumda; ama iktidarlar gelip geçicidir. Eşcinselliği görmezden gelemezsiniz, yok sayamazsınız. AKP, iktidarını bir başka partiye devrettiğinde de bu sorun yaşamaya devam edecek çünkü. Kavaf’ın bakış açısı, salt faşizan bir dıştalamayı meşrulaştırmıyor; yanı sıra darkafalılığın da bir resmi olup çıkıyor.
 
“En az üç çocuk yapın!” sözü de Recep Tayyip Erdoğan’ın dâhiyâne önerisi idi. Dolayısıyla heteroseksüel dayatma bu zaviyeden bakınca daha da görünür kılıyor mevcudiyetini. Ak Parti ve uzantıları, büyük çoğunluğu cahil erkek-egemen bir toplumun güvenerek sürekli iş başına getirdiği bir parti ve niçin acınası bir dünyada yaşadığımızın da bir başka göstergesi.
 
Sokakta, caddelerde, köşe aralarında bastırılan, gizlenen, ötekileştirilen, dıştalanan, yok sayılan ve aşağılanan cinsel kimlikler haliyle sinemada da bir kenara itiliveriyor.
 
Ve elbette Türk sinemasında da bu konu yaygın olarak işlenememiştir. 1970’lerdeki seks furyasında ise zaten eşcinsel sinema yapan bir yönetmen yoktu. Prodüktörler ve zanaatkâr yönetmenler daha çok kasalarıyla ilgileniyorlardı.
 
Dünya sineması cephesinden baktığımızda da diken üstünde bir konuyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Senaristler, film yapımcıları, yönetmenler halen muhafazakâr, ötekileştirici, babaerkil, aşırı katı tutumunu muhafaza etmektedir. ‘Erkek sinema’ olageldikçe erkek yönetmenler de olagelecektir ve erkek-egemen dizge sorunlu ve hastalıklı varoluşunu sürdürecektir. Evet, hastalıklı olan eşcinsellik değil, bizatihi sinemanın ta kendisidir. Hastalıklı olan maskülen dizgenin ikiyüzlü doğasıdır.
 
Ve deminden beri ifade ettiğimiz problem: Ejderha dövmeli kız, yani Lisbeth de öncelleri gibi fahişe ruhludur. Artık iyiden iyiye içinde yaşadığı düzenin dışına çıkar. Kimlik değiştirir, gözden kaybolur.
 
Sinema sanatının özgürleştirici olması gerektiğini hatırlatmanın zamanı gelmedi mi? 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam