13/09/2011 | Yazar: Osman Elbek

Babam ve Oğlum, Beynelmilel ve Sonbahar… Türkiye sinemasının bir derdi olan üç iyi filmi. Bir dönemle hesaplaşmaya kalkışan üç film…

Babam ve Oğlum, Beynelmilel ve Sonbahar… Türkiye sinemasının bir derdi olan üç iyi filmi. Bir dönemle hesaplaşmaya kalkışan üç film… Ama aynı zamanda son dönemin yetenekli yönetmenlerinin bu topraklarda at koşturan “şarabi eşkıya”lara nasıl baktığını da aktaran üç film. Öyle ya filmler her ne kadar bireysel yaşamlara odaklansalar da bir dönemin tanığıdırlar. Her üç filmin kahramanının ölümü, sanki bir dönemin kapandığını anlatmak istemektedir bizlere. 

Hatırlarsınız Babam ve Oğlum’da, onca yıllık mücadelesini ardında bırakarak verem olmuş ciğeriyle baba evine döner Sadık. “Büyük anlatı”sı zorla ezilmiş Sadık’ın artık tek bir amacı vardır: Oğlu Deniz’in hayatını babanın güçlü ve güvenli kollarına bırakmak… 

Haydar’ın da kaderi benzerdir Beynelmilel’de. O da devrimci bir sempatizan olarak evine döner ve tüm çabalarına rağmen bir protesto eylemini gerçekleştiremeden canından olur. 

Sonbahar filminde ise Yusuf, “hayata dönüş”ebir ciğerini bırakarak köyüne döner, tıpkı diğerleri gibi. Onun da artık hayatına anlam veren büyük aşkından geriye bir iz kalmamıştır. Kamusal alanı dönüştüremeyen Sadık gibi o da bireysel küçük dünyasına kapanır. Çok sevdiği Gürcü kızı Elka’nın bile ardından koşamaz. Yusuf’un ölümünün ardından annesinin yaktığı çığlık, tıpkı perdedeki karanlık gibi bir dönemin karararak sonlandığını hissettirir izleyenlere. 

Peki sizce Sadık, Haydar ve Yusuf, aşkın peşinden koştukları onca serüvenden sonra neden “eve dönmek”tedirler? Her üç insan da neden döndükleri yerde “büyük anlatı”sını sürdür(e)memektedir?...

Kuşkusuz “eve dönmek” huzur veren bir olaydır. Kendisi ve/veya arkadaşları gazaba uğramış bu üç insanın biraz huzur istemesinden daha doğal ne olabilir. Yalnızlığa mahkûm edilmiş bu üçkahramanın, her zaman evde kendilerini bekleyen birileri olduğunu düşünerek “eve dönmek” istemeleri insani değil midir. Dahası Hemşin’in bir köyünde dağların arasında açık alanda uyumak, ya da Ege’deki çiftlik evinde kahvaltı yapmak, geçmişteki dost ve arkadaşlarla yeniden sohbete koyulmak hiç özlenmez mi.

İyi ama insan bir kere çıktıktan sonra bir daha eve dönebilir mi? Dönse de bulduğu ev ve evde buldukları bıraktıkları mıdır? Dahası kendisi, onlarca yıl önce evden çıktığı insan mıdır? Yaşam bir çember midir ki başa dönülebilsin! Onca yıla sığan yaşanmışlıklar, acılar, korkular, sevinçler, heyecanlar; evi, evdekileri ve kendisini değiştirmemiş midir? Zaten Yusuf da köyüne döndüğünde babasını bulamaz. Ablası Meliha evlenmiştir. Annesi Rukiye ağır hastadır. Dahası en yakın arkadaşı Mikail bile değişmiş, severek evlendiği Asiye’yi bile sev(e)mez olmuştur. Ruhu, ihtiyarlayan köyle birlikte pörsümüş; alkole tutsak düşmüştür. İyi de Sadık da, Haydar da, Yusuf da evlerinin bu bahtsız hikâyelerini değiştirmek için yola çıkmamış mıydı? Şimdi dönüp neden teslim oluyorlardı ki bu yazgıya? Hem “devlet baba”nın hışmına uğradıktan sonra sığınmak için dönülen o limanda ilk travma yaşanmamış mıydı? Kaçmaya karar kılmalarının asıl nedeni annenin aşkı olan baba ile yenişememeleri değil miydi? Zaten Yusuf’un babası da onu affetmeden göçüp gitmişti, tıpkı Sadık’ın babasının da ziraat mühendisi olup baba çitliğinin başına dönmediği için Sadık’a küstüğü gibi.  

Yoksa dönüş babaya değil de ilk sevgiliye midir? Her ne yaparsa yapsın onu gözeten, onu koruyan, ona toz kondurmayan o ilk sevgiliye mi dönmeyi arzu ediyorlardı? Elka ile “tek” olduktan sonra dahi incinebileceğini hisseden Yusuf, bu nedenle mi anne karnındaki fetüs biçiminde yatakta yatıyordu? Birlikte olduğu gerçekten Elka mıydı? Yoksa o anda dahi ilk aşkını mı hayal ediyordu? O nedenle mi Elka’nın peşinden koşmayıp annesinin dizi dibine dönmüştü? 

Yoksa Sadık da, Haydar da, Yusuf da arkalarında bıraktıkları ya da tanığı oldukları onca mücadelenin ardından, sadece güvenli bir sığınakta korunmayı mı talep ediyorlardı bizden. Başka bir istekleri yok muydu? Dahası ne kadar kısa olursa olsun, her birimizden daha büyük olan, daha önce gelen ve daha sonra da sürecek “büyük anlatı”ya ne olmuştu? “Eve dönmek”, hayatımızın boş ya da anlamsız geçmesini önleyen, ölümlü bu hayatta hepimize ölümsüz bir rol bahşeden bu aşkın yitimi ile mi mümkündü sadece? İyi ama ana rahmi tüm koruma ve kollama görevlerinin yanı sıra tutsaklık hayatı değil miydi? Orada emek harcamadan kordonlardan yemek yersiniz, zarlarla dış dünyadan korunursunuz. Ama çıkış yoktur! Çıkmaya karar verdiğinizde kordonların ve zarların koruması kalkar ve çıplak gerçek yüzünüze bir tokat gibi patlar: Anneniz babanıza aşıktır! Ve de siz, tam da “kahrolası” bu aşkın meyvesisinizdir. Tıpkı uğruna ölümlere yattığınız insanların otoriteye ve iktidara yeri geldiğinde kolayca gönlünü kaptırdığı gibi. Tıpkı ilk özgür nefesinizi aldığınız bu toplumun, o kahrolası aşkın meyvesi olduğu gibi. Tıpkı bizatihi kendinizin bu lanetli aşkın gayrimeşru çocuğu olmanız gibi…  

Yaşam tutsaklıktır, ama aynı zamanda umuttur. “Dışarı”sının kalmadığını, kaçmanın olanaksız olduğunu, değiştirmeye kalkıştığınız her şeyin aslında bizzat varoluşsal çelişkinizden kaynaklandığını gördüğünüz anda dünya başınıza yıkılır. Ve ne yazık ki bu yıkılış pek çok insanı Sadık, Haydar ve Yusuf da olduğu gibi yaşarken ölüme sürükler. Yaşarken ölmek istemeyen pek az insan ise bu yıkımdan iktidar ve otoritenin bir ayna görüntüsü muhalefeti var ederek kurtulmaya çalışır. Ancak “yaşamak” adına yapılan bu “kurtuluş” çabası aslında müthiş bir tutsaklıktır. Çünkü hayatın verili yazgısını esastan değiştirmek yerine, “kurulu” iktidarın ve varoluşun ayna görüntüsünü yaratarak sorunu basit bir “nöbet değişimi”ne indirgemekte ve kendisini, kurtulmaya çalıştığı dünyaya tutsak etmektedir. 

Ama tüm bunların ötesinde ve daha derinde bir yerlerde başka bir seçenek daha vardır. O da direniş seçeneğidir. Bu tercihten yana olanlar, iktidarın, “ben” ve toplumu kuran yapı olduğu kadar, aynı zamanda onları bölen olduğunu fark edenlerdir. Dahası bu bölme sürecinin, insanı ve toplumu kurduğu kadar, aynı zamanda onları kendilerine ve hayata yabancılaştırdığını anlayanlardır. Onlar iktidarsız bir iktidarı imgeleyebilenlerdir. Onlar Eros’un yaşam içgüdüsü ile Ölüm’ün yıkım içgüdüsünü tek bedende ve teklikte hercümerç edebilenlerdir. Onlar özgürlükten vazgeçmeden sorumluluktan kurtulmayı tahayyül edebilenlerdir. Onlar “kurulu” iktidarın tüm varoluş biçimlerine sırtlarını dönerek, ondan “öte”de, iktidara lanet okuyarak ona karşı direnebilenlerdir.

Öyleyse bir dolu yaşanmışlıkla iktidarın bu kurucu ve yok edici gücünü anlayan, bu gerçeğin farkına varan Sadık da, Haydar da, Yusuf da, yaşayarak ölmek ya da ömür boyu tutsak düşmek yerine, yanlış ve hata yapacaklarını bile bile neden aşklarında direnmesinler ki! Bir kez daha ve pek çok kez daha olacağı gibi. İnsanlık varoldukça varolacağı gibi…


Etiketler: kültür sanat
nefret