04/04/2009 | Yazar: Deniz Deniz

Hukukta bir suçun bazı aşamaları olduğunu bilmek için sanırım hukukçu olmaya gerek yok.

Hukukta bir suçun bazı aşamaları olduğunu bilmek için sanırım hukukçu olmaya gerek yok. Suçlu önce suça niyet eder, sonra o niyet çerçevesinde gereken suç aletlerini ya da kişileri devreye sokar, bir plan uygulamaya koyar ve nihayetinde bazı eylemler çerçevesinde suç teşkil eden olay meydana gelir. Bazen bu niyet teşebbüs aşamasında kalabiliyor ya da çeşitli nedenlerle başarısızlıkla da sonuçlanabiliyor ki mesela Ergenekon'u sulandırmaya çalışanlar da bunu sık sık gündeme getirmişti. Ergenekon sanıkları için bazı hukukçular "Efendim ortada bir niyet, düşünce var ama sonuçta Türkiye'de bir darbe de olmadığı için ortada bir suç ve suçlu da yok" derler mesela. Olayın bu kısmı şimdilik Ergenekon'un "savcısı" ve "avukatına" kalsın biz bizi daha yakından ilgilendiren bir olaya bakalım isterseniz. 

Eşcinselleri linç etmek tehdidiyle başlayan bir davaya. İlginçtir onda da tıpkı Ergenekon gibi son anda başarısızlıkla sonuçlanmış bir çaba var. Ortada niyet var, açıkça eşcinselleri linç etmekle tehdit eden sözler var ve nihayetinde o sözlerden etkilenip eşcinsellere saldıran futbol etrafında kenetlenmiş bir erkek güruhu var. Yani linçe tam teşebbüs var. Emniyetin olağanüstü güvenlik tertibiyle o güruhun elinden zorlukla kurtarılan eşcinseller var. Suçun oluşması için ne gerekliyse hepsi var. Var oğlu var yani. Ama ne yok: Hukuk yok.
 
Biliyorsunuz Bursasporlu Esnaf ve Sanatkârlar Derneği Başkanı Fevzinur Dündar, hakkında "Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" iddiasıyla açılan davadan geçtiğimiz günlerde beraat etti. Ne yalan söyleyeyim beraat kararı şaşırtmadı da asıl, bu zatın hakkında dava açılması şaşırtmış bir o kadar da ümitlendirmişti. Elbette "kanun devleti" değil, "Hukuk devleti" adına, medeni toplum olma iddiası adına ümitlenmiştik. Fakat unuttuğumuz bir şey vardı, şemsiyesi altında durduğumuz Anayasa hâlâ 12 Eylül faşist rejiminin izlerini taşıyordu ve onca kırpmaya değişikliklere rağmen hâlâ o dili kullanıyordu. "Halkı kin ve...", "Devletin bölünmez bütünlüğü..." şeklinde klişe sözlerle başlayan kanun hükümleri o dile aitti. İster AB yönlendirmesiyle olsun, ister demokratik arenaya iyi gözükmek için olsun siz istediğiniz kadar anayasayı kırparak evrensel hukuka doğru değiştirmeye yöneltin, ama işte o dil yerinde durdukça ne yapar eder, bir yolunu bulup aslına rücu eder. Gene öyle olmuştu. Onlarca yıldır, Kürt halkına, inançlı kesimlere, muhaliflere karşı adeta bir giyotin gibi kullanılan bir yasa maddesi, dönüp dolaşıp yürüyüş düzenlemek isteyen eşcinselleri açıkça linçle tehdit eden birini vuracak değildi herhalde.
 
Halkı kin ve düşmanlığa alet etmek hükmü bu ülkede yıllarca hep belli kesimler üzerinde uygulandı. Her paradigma kendini, hegemonyası altındaki halktan korumak için yasalar geliştirir ki zaten bu yasa maddesi de bu amaca hizmet etmiştir. Kimler yargılanmadı ki bu maddeden kimler hüküm giymedi ki? Ziya Gökalp'in şiirini Siirt'teki bir mitinginde okuyan şu anki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Hrant Dink, Orhan Pamuk... sağdan soldan onlarca kişi bu maddeden yargılandı. Yeri geldi Kürt sorununu dile getirenler, yeri geldi inançları yönünde konuşanlar... Çünkü Fikret Başkaya'nın "Paradigmanın İflası" isimli sosyolojik çalışmasında çok güzel tespit ettiği bir paradigma vardı ve o paradigma neredeyse halkın tümüne karşı kendini bu tür yasalarla zırhlamıştı. Eşcinseller, travestiler ve transeksüeller ise denilebilir ki, o paradigmanın en fazla çekindiği kimi zaman karşısında şaşkınlık geçirdiği, karşı tez bulmakta kimi zaman zorlandığı ve bu yüzden çoğu zaman da rengarenk hortumlara başvurduğu bambaşka bir korku, bambaşka bir cinnet sebebiydi. Mümkün olsa da kopartılıp atılası cinsten bir uzuvdu. Eskişehir katarları da bunun örneğidir nitekim. Bu ülke öyle bir ülke ki, bu ülkenin yargısı öyle bir yargı ki, "oğlum olsa askere göndermem" diyen sanatçısı için ancak "halkı askerlikten soğutma" iddiasıyla dava açar, sonra da söz konusu sanatçı o davadan beraat edince, davayı açan savcı itiraz eder ve hazırladığı ek iddianamede, "O zaten transseksüel. İstese de çocuğu olmaz ki" türü laflarla hukuku adeta ayaklar altına alır. Sanki evlat edinebilme diye bir kurum yok muş gibi.
 
Hatırlayanlar bilir Bursa'daki eşcinsel yürüyüşünü bu satırların yazarı hiç onaylamamıştı. Kendince bazı haklı gerekçelere sahip olsa da asıl, yürüyüşü tertip eden arkadaşların "Eşcinseller şehri Bursa'da yürüyoruz" şeklindeki ilanından sonra, kesinlikle böyle bir yürüyüşün yapılmaması gerektiği sonucuna varmış ve kendince gereken uyarıları yapmıştı. Tek başına bir bireyin bile eşcinsel kimliğini saklama tasarrufuna saygıyla bakanların koca bir şehri eşcinsellikle ilişkilendirmeleri elbette çok düşündürtmüştü açıkçası. Bu zaten o zamanki mail gruplarındaki yazışmalarla da sabittir. "Eşcinseller şehri Bursa'da yürüyoruz" şeklindeki bir sloganın tartışılacağı zemin ayrıdır, "Bursa'da bile eşcinseller yürüyebilmeli midir" sorusunun ya da "Bursa'da eşcinsel yürütmezzük!!!" tehdidinin tartışılacağı zemin de ayrıdır. Nitekim o dönemde de tartışıldı. Tüm bunların farklı görüş açılarıyla tartışmaya açık olması anlaşılır, ancak öte taraftan Fevzinur Dündar'ın suç işlediği tartışma götürmez bir gerçektir.
 
Peki Bursa'da eşcinsel yürüyüşüne karşı çıkan Fevzinur Dündar'ın, hakkında dava açılmasını gerektirecek sözleri nelerdi şimdi bir de onları hatırlayalım:
 
"Bursa evliyalar ve padişahlar şehridir. Böyle toplum dışı insanların yürüyüşlerine sahne olacak kadar adının kirleneceği ve kirlenmeyi hak ettiği bir şehir değildir. Kesinlikle engel olacağız. Bu yürüyüş için kanuni yönden belki bir şey yapılamamıştır. Ama toplumsal açıdan bizler bunun karşısında olacağız ve gerçekleşmesini engelleyeceğiz. Bursa böyle kimliği belirsiz lanet insanların cirit atacağı bir şehir değildir. Emniyet yetkililerine, valiliğe ve siyasilere sesleniyorum; bu insanların linç edilmesini istemiyorlarsa tutum ve hareketlerini netleştirsinler. Her maç öncesi saat 16.00'da yaptığımız Atatürk Stadı'na yürüyüşümüzü de eşcinsellerin yürüyüşü ile aynı saate ve güzergâha aldık. Koskoca Bursa'da 300 kişiyi yürütmeyeceğiz. Biz 5 bin kişi olacağız. İstiyorlarsa gelsin, yürüsünler."
 
İnsan bu sözler karşısında adeta kendini Halide Edip'in Vurun Kahpeye romanında sanıyor. Yoksa 31 Mart isyanı mı deseydim. Ya da Menemen. Devletin yasalarına kolluk güçlerine rağmen, bir adam ortaya çıkıyor, "Bu gavurları iztemezükkk!!" diye bağırıyor.
 
Son yıllarda hepimiz bir şeyin farkındayız sanıyorum. AB'yle müzakereye başlamış olan bir ülkede giderek hortlatılmaya başlanan linç kültürünün. Artık adliyelerin önünden sanık çıkarabilmek bir sorun haline geldi. İmamlar devreye sokularak, türlü türlü cambazlıklar yapılarak sanıkları linç edilmekten kurtarmaya çalışıyorlar. Peki bu linç kültürünü oluşturan zaten bu sistemin ta kendisi değil mi? Halkını her geçen gün biraz daha birbirine karşı kin ve düşmanlık beslemeye tahrik eden, onlara linç kültürünü aşılayan bir sistemin, eşcinselleri linçe tahrik eden birini cezalandırması mümkün mü?
 
Siz istediğiniz kadar "Ergenekon soruşturmaları" yapın, istediğiniz kadar, "Türkiye artık eski Türkiye değil" nakaratlarını sıralayın, LGBTT bireyleri kapsayacak, tam demokratik ülke özlemlerini karşılayacak yeni bir Anayasa'yı yapmadığınız sürece, demokratik devlete ulaşma gayretleriniz de inandırıcı olmayacaktır. Bu alanda atılan ya da atılıyor gibi görülen adımlar şüpheyle karşılanacak, bu süreçte arkanıza aldığınız halk yığınlarının hevesleri de kursağında kalacaktır. Silopi'de açılan kuyular faili meçhulleri aydınlatma, geçmişle hesaplaşma adına ümit verici gelişmeler, ama öbür taraftan eşcinsellerin öldürülüp kuyulara atılmasına seyirci kalınması da aynı derecede ümit kırıcı. 
Zaten 2009 yerel seçimleri de bunun apaçık örneği değil mi? "Obama gibi gelip Bush gibi devam edenlerin" uğradığı yüzde 8’lik oy kaybı bu açıdan bakıldığında aslında az bile. 


Etiketler: yaşam
nefret