27/03/2014 | Yazar: Hüner Aydın

Bir çocuğun kendi kültürüne sırt dönmesine, annesinin konuştuğu dilden utanmasına sebep olmaktan utanmak dururken ne diye çocukluğun soğuk gecelerinden utanalım?

“Bismişah Allah Allah/ Allah Allah/ Semahlar saf ola/ Günahlar affola/ Rehberimiz On İki İmam/ Yardımcımız Hakk Ola/ Dil bizden, nefes Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’den Ola/ Gerçeğin demine hû, mümine ya Ali!”
 
Çocuğum, evde Cem Radyo çalıyor, bir cingılı var: “Anne Alevi ne demek/ Anne biz kimiz?” gibi bir şey soruyor küçük bir kız. Anneden bir cevap gelmiyor. Aylardan Ramazan; herkesin dilinde oruç, iftar; bir eksik var, bizimkiler oruç tutarken kimseler bilmiyor, konuşmuyor. Fırında sıcak pide çıkmıyor bi’kere! Gitgide Cem Radyo’nun cingılında annesine soru soran küçük kıza benziyorum. Gizli bir şey mi yapıyoruz deyip duruyorum. Anlam veremiyorum, gizliliğe mahal verecek hiçbir şey yok. Arıyorum arıyorum, tertemiz bir şey buluyorum; ne bulduğumu bilmiyorum. Yine de bu gizlilik, bu içe kapanıklık beni öyle rahatsız ediyor ki cephe alıyorum: kimliğe cephe almak! Aynı yanılgıya Kürt olmaktan ötürü de düşmüştüm: Sokakta Kürtçe konuşması annemin, ne büyük utançtı! Şimdi çocukluğumu didiklerken bu utancın altında eziliyorum ve yine şimdi, çocukluğumun böyle geçtiğine inanmakta zorluk çekebiliyor beni tanıyanlar. “Millî” eğitimin bizi nasıl yok ettiğini, her sabah okuduğumuz bizim olmayan andımızın, bizi bizden nasıl uzaklaştırdığını, soğuttuğunu, utanç duymaya ittiğini korkunç bir şekilde keşfettiğim zamanı öpüp başıma koyuyorum. Kıl payı, burun farkıyla sıyrılmak benim payıma düşen. Ve elbette yüzleşmek. Çocukluğumdan utanmak gibi bir hataya düştüğüm anlarda duruyorum; bir çocuğu –benden ziyade, başlı başına bir çocuğu- ince ince asimile etmek, asıl utanılması gereken. Bir çocuğun kendi kültürüne sırt dönmesine, annesinin konuştuğu dilden utanmasına sebep olmaktan utanmak dururken ne diye çocukluğun soğuk gecelerinden utanalım? Benim utancım bu yüzden dinmeyecek, çocukken tesiri altında kaldığım, hâlâ devam etmekte olan “yüce Türk milleti”nin köreltme odaklı eğitiminden duyduğum utanç. Köreltme: kültürü, yeteneği, dili, samimiyeti, benliği köreltme. “Daye dinya xayine...?” demek yeter mi? “Keçe min dinya xayine” demesi yetiyor mu bir annenin?
 
Sürekli olarak gittiğimiz cemevine* gidiyoruz (ilk ya da ikinci gidişim). Hüseyin Dede soruyor: “Canlar aranızda dargın, küs olanlarınız var mı? Birbirinden razı olmayan var mı? Söyleyin, çekinmeyin. Hepiniz razı mısınız?” Bir adam kalkıyor, bir şeyler anlatıyor; anlattığı şeylerde bahsi geçen kalkıyor, bir şeyler anlatıyor. Dede gülüyor, bunun için mi kırdınız birbirinizi, diyor, küçük bir hikâye anlatıyor. Gülüyoruz, sarılıp barışıyorlar. Anneme dönüp diyorum ki “İnandırıcı değil, başka ne yapacaklar insanların önünde, tabii barışacaklar.” Annem sadece uzun uzun bakıyor, bir şey söylemiyor. Bunu söylemem bir şeyi değiştirmiyor, içimden her gün aynı çatı altında bulunduğumuz insanların rızalığından bîhaber olduğumuz geçiyor. Peki, neden böyle bir şey söylüyorum? Dönemlerden ergenlik. Duvarlar bembeyaz, yerler halı, halıların üstünde minderler. Daye, kine em?
 
Semah başlıyor “kızlı-erkekli” kuş misali dönüyor ortadakiler; bir yerdeyiz ama neredeyiz bilmiyorum. Pencereler açık, içeriye üst pencerelerden birinden üç beyaz kuş giriyor. Kapıcı (on iki hizmetin kapı ayağından sorumlu olan) kuşları çıkarmak için iki adım atıyor, dede durduruyor. Kuşlar, semahın üzerinde çember olup dönüyorlar. Hû’ler, Ya Ali’ler, Şah’lar yükseliyor. Dehşet içindeyim, kuşlar nasıl temsili de olsa semah dönebilir yahu?
Bir bit yeniği arıyorum, kuşları içeriye biri saldı. Hadi saldı, salan nasıl oldu da semahın üzerinde çember olup uçmalarını salık verdi? Çok sonraları, semahı bize kuşların öğrettiğine kanaat getiriyorum.
 
Sema Aslan’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Aleviliğin Müstehcenliği” başlıklı yazısında “Aleviyim ve çok iyi biliyorum; bir çocuktan Alevi olur.” cümlesi geçiyordu. Ben tüm eğitilmelere rağmen bu kültürün içine doğdum, içinde de değil; direkt içine. Ama dört kapıyı, kırk makamı nerede öğrendiğime gelecek olursak o kuşlarla öğrendim, çocuktum; bir çocuktan Alevi olur. Kuşlara ne oldu? Semah durunca kuşlar tek sıra halinde pencereden çıktı; cem bitince kimse kuşlardan söz etmedi, böyle şeyleri her gün yaşıyormuşuz gibi. Teyit etmek ve hayal görmediğime kendimi inandırabilmek için anneme sordum, hayal görmemiştim. Şimdi Kurtuluş Parkı’nda kuşlara yem atarken bu olayı daha net hatırlamaya gayret ediyorum. Oysa sadece birkaç kare aklımda takılı kalmış, belleğim fazlasına izin vermiyor. Umarım on kasımlarda kuşların gökte vesikalık fotoğraf çıkarmak için uçtuklarının düşünülmesi ve bundan sebep etkilenmeyle bir tutulmaz bu anlattıklarım. Şahsen bir tutulmasını hiç mi hiç istemem.
 
Metin Kahraman katıldığı bir programda “Alevilik yolda olmaktır” demişti. Şimdi kökümüzün kurutulmasından bahsedildiğini duyunca yolun nasıl kurutulacağını düşünüyorum. “Zahit sen bu sırra erem mi dersin?” Zahit, sen bu sırra ersen yolu göremiyorsun, onu ne yapacağız?
 
“Allah Allah!” Mevzusu
“Amin”in yaygınlığının yanında “Allah Allah”ın günlük kullanımdaki trajikomikleşen yerinden bahsetmezsem bu yazıyı bitmiş saymayacağım. Güzel bir dilek, temenni, dua karşısında Amin! diyenin peşi sıra Allah Allah diyememek, teoride muamma-pratikte azınlık oluşumuzun dilden taşması. Bunda, insanların Allah Allah’ı bir hayret ikilemesi olarak algılayacak olmasının muhtemelliği de etkili. Burada netleşiyor, dilin ucuna kadar gelen Allah Allah’ın orada durup kalmasıyla.
 
Korkunun gizliliği yaratması, gizliliğin soyun devamındaki öğreticiliği yok etmesi, asimilasyonun dilde vücut bulması: Allah Allah!  Ya susacaksın ya da Amin diyeceksin; Allah Allah mı dedin, literatürde yok, gelen şaşkınlıkla uğraşacaksın. Uğraşmalısın, daha önceleri uğraşmadığın için tereddüt etmiyor musun? Gerçi hâlâ Müslüman olup olmadığımıza dair sorulara maruz kalırken Allah Allah diyebilmeyi istemek lüks! Sonra bir de endogami var, tüm bu sebeplerin doğurduğu. Geçmişimize ve bugünümüze bakıldığında bunun mantıklı olduğunu söylemek zorundayım. Bir Alevi, bir Aleviyle evlenmeli gibi bir savım olmamasına rağmen. Bir Aleviyle bir Sunninin evliliğinin, kültürü yok ettiği yönündeki tedirginliğe düşmememe rağmen.
 
Aslında her şey (bu yazı) içime düşen cemevi etli bulgur pilavının, ayranının, ince ekmeğinin özlemiyle başladı; ne yalan söyleyeyim. Hiçbir etli bulgur pilavında o lezzeti bulamam; tuzsuz ayranı sevmediğim halde hiçbir tuzlu ayrandan cemevindeki tuzsuz ayranın lezzetini alamam. Aynı zamanda hiçbir beyaz duvarı o duvarlar kadar temiz bulamam. Bu yüzden tekrarlayıp duruyorum: Hey, feqi du feqır mekewe, ez Qızılbaşim, wele ez Qızılbaşim
 

*Garip Dede Dergahı, Küçükçekmece, İstanbul 


Etiketler:
İstihdam