10/06/2016 | Yazar: Rahmi Öğdül

Derin sağduyu yine bizi aşırı özdeşliklerin, despotun kendi imgesinden yarattığı sıradanlığın dünyasına sürüklüyor, yani faşizme. Sağduyunun ateşine çıkıyor tüm ‘ÇIKIŞ’ yolları.

Yapının duvarına, göze çarpacak şekilde “ÇIKIŞ” yazısı asmışlar. Bir felaket bekliyorlar sanki. Ve gözler, yazının altına yerleştirilmiş okun işaret ettiği yöne çevrili. Yüzlerde kapatılmışlığın tedirginliği; “çıkış” yazısı, klostrofobik kâbusların en saf hâlidir. Her an her şey olabilir. Özenle inşa ettiğimiz yapı birden kafamıza çökebilir. Tedbirini almak gerek, felakete hazır olmak. Bir felaket beklentisiyle yaşadığımıza göre huzursuzuz aslında. Nedir bizi huzursuz eden? Bastırdığımız ve bastırmamıza rağmen birden bire ortaya çıkacak ve çıkmasıyla birlikte kurduğumuz Öklidyen yapıyı yıkacak yeryüzünün kuvvetleri: Çokluk ve fark.

‘Dilimizi bilmiyorlar’

Sağduyumuzun sesini dinledik hep; yine dinliyoruz: ‘Farklı olanı yok edin, çokluğu teke indirin ve çitlerle çevirerek kendinizi çokluktan ve farktan koruyun’. Biz de öyle yaptık ve şimdi çitlerle, duvarlarla çevirdiğimiz ve kendimizi hapsettiğimiz mekânda huzursuzuz; felaketin mekânlarını inşa ediyoruz çünkü. Yeryüzünün göçebe kuvvetlerinden kendimizi ayırmak ve yerleşmek için çitlerle, duvarlarla çevrili kapalı mekânlar yarattığımızda, çokluktan ve farktan korunacağımızı düşündük. Ve içeride öngörülebilirliğin, hesaplı, düzenli evrenini yaratabileceğimizi. İçimizdeki farklılığı, çokluğu bastırdık, ama bir yay gibi kendi üzerlerine kıvrıldıklarını unuttuk; bastırdıkça, çok daha büyük bir güçle yüzeye sıçrayacaklarını. Bastıramadıklarımızı yok ettik, olmadı, çitlerin dışına, çöle sürdük; tıpkı Harun’un günah keçisi ritüelinde olduğu gibi: “Sonra Harun ellerini keçinin başına koyar ve İsrailoğullarının tüm suçlarını, isyanlarını ve günahlarını itiraf eder. Böylece tüm günahları keçinin başına yükledikten sonra hayvanı çöle yollar (Levililer 16:20-2).” Çokluğu, farkı bastırsak da sürgüne de göndersek, bir türlü kurtulamıyoruz, çölden geri dönüyorlar hep: “Sınırdan o denli uzak olan başkente kadar nasıl vardıklarını anlamak mümkün değil. Ama işte oradalar ve sayıları her sabah artıyor gibi. Onlarla anlaşmak mümkün değil… Dilimizi bilmiyorlar” (Kafka, Çin Seddi). Sağduyumuzla inşa ettiğimiz yapıyı çokluğun ve farkın göçebe kuvvetleri işgal edebiliyor.

Çıkışa yönelmek gerek

Duvarların arasındayız ve sağduyunun hangi yöne gideceğimizi gösteren “ÇIKIŞ” yazının okuna takılı gözlerimiz şimdi. Dillerini bilmediğimiz, adlandıramadığımız tekillikler dolaşmaya başladı koridorlarda. Çıkışa yönelmek gerek. “Sağduyu bir yönü belirtir: o tek yöndür” diyor Deleuze. Ve sağduyunun diğer sistematik özelliklerini de sıralıyor: “tek bir yönün olumlanması; bu yönün en çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, tekillikten kurallıya, dikkat çekiciden sıradana gidiyor olarak belirlenmesi” (Anlamın Mantığı, Norgunk).

Farklar ve tekillikler çoğalınca, sağduyu sıradana yönelecektir, en çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, “şeylerin payından ateşin payına.” Sağduyunun işlevi “öngörmektir” ve sağduyu ateştir, “yakıcı ve sindirici.” Tanrılardan ateşi çalan Prometheus’un adının anlamı da “öngörü”dür. Ateş, şeylerin niteliklerini yakıp kül ederek aynılaştıracak, sıradanlaştıracaktır. Despot da ülkeyi, ateş topuna çevirerek tüm farkların yok olduğu sıradanlığın küllerinden diktatörlük yapıyor kendine.

Prometheus ile Epimetheus kardeştirler (epi: sonra, metheus: düşünmek). Biri öngörürken, diğeri sonradan kavrar olup bitenleri. Dolayısıyla onların kardeşliği, sağduyuyla ortak duyunun kardeşliği gibidir. Biri sıradanlığa doğru giden yolu öngörür, diğeri bu sıradanlığın içinde özdeşlikleri çoğaltarak tekçi bir düzenin, birbirine tıpa tıp benzeyen taşlarını döşer. Derin sağduyu yine bizi aşırı özdeşliklerin, despotun kendi imgesinden yarattığı sıradanlığın dünyasına sürüklüyor, yani faşizme. Sağduyunun ateşine çıkıyor tüm “ÇIKIŞ” yolları: Faşizmin ateşi bizi çağırıyor!

Peki, içimizde kıvrılmış, surların dışına yığılmış çokluk ve farka ne oldu? Bekliyorlar. Nietzsche’ye güvenim sonsuz: “Yazgı gibi gelirler, nedensiz, sebepsiz, hesapsız, bahanesiz, yıldırım hızıyla belirirler, nefret uyandırmak için bile fazla ani, fazla ikna edici, fazla başkalar.”

Görsel: Prometeo, Pedro Pablo Rubens


Etiketler:
nefret