10/12/2014 | Yazar: Fırat Demir

Okyanusun bir yanı, okyanusun öte yanı; onlar özgürlüğün zirvesine çıkamadılar.

Okyanusun bir yanı, okyanusun öte yanı; onlar özgürlüğün zirvesine çıkamadılar. Çıkamayacaklar. Sözler, belki yarının insanına ulaşır. Ama ölmüş olan için artık sözler de yok. Hayata devam edecek olanlar içinse belki adalet değil ama, gerçek, tam orada, ortada.
 
Toprağın altındaki ölüme razı gelmemek için, toprağın üstündeki hayata, biraz daha yukarıya, dağlara seslenmek gerekiyor. Prometheus’un sözleri de dağlarda çınlamamış mıydı? Vahşetse düzlük olmuş uzanmış, biri bu düzlüğü dünya sanmış.
 
Yarım yüzyıl önce dünyanın düzlüğüne uyum sağlayamayıp, aşkının yüksekliğine sığınan bir yazar vardı. Adı, James Baldwin’di. Siyah yazar, beyaz insanların arasına ilk romanını yazdı. Adı, “Git, Onu Dağlara Söyle”ydi.  Baldwin’in söyledikleri, o dağlara çarpa çarpa büyüdü ve tüm bu sözler, şimdinin Amerika’sında, her zamankinden daha etkili bir biçimde yankılanıyor. Önce Ferguson’da vurularak öldürülen Michael Brown, sonra New York’ta boğularak öldürülen Eric Garner. Katillerinin görüntüleri de, kimlikleri de ortada; iki beyaz polis; Daniel Pontales ve Darren Wilson. Jüri kararıyla haklarında dava bile açılmadan yeryüzü düzlüğünde yaşamaya devam edecek iki Amerikalı. Michael Brown ve Eric Garner içinse gelecek kalmadı. Ama kökler belli; onlar, Baldwin’in çocukları.
 
New York’a taşınalı iki ay oldu. Herkes bana aynı cümleyi kuruyor; “politik olarak çok kötü bir zamana denk geldin”. Kimisi içinden çıkıp geldiğim ülkeyi tanıyor; Gezi’den İŞİD’e kadar hızla sıralıyor ve “kötü zamanlar”ın paylaşıldığından bahsediyor. Dün otobüs seferleri protestolar yüzünden aksadı. Durakta yanımda bekleyen kadın, olsun bir saat bile beklerim, yeter ki bu protestolar devam etsin, diyordu. Otobüs geldi. Yanına oturduğum genç kadının kucağında kehanet gibi bir kitap açıktı: Notes Of A Native Son. Okura hem irkilerek, hem de meydan okuyarak bakan bir genç Baldwin fotoğrafı var kitabın kapağında. Bu kitapta Baldwin’in anıları var. Mesela Harlem’de beyaz bir polis tarafından vurulan arkadaşının hikayesi var. Aradan yarım asrı aşkın zaman geçmiş olsa bile, gölgesi şimdiye düşen bir hayatta kalma meselesi var.
 
Bir başka anı: Son trenle Manhattan’a iniyoruz. Vagonlar boş. Bir grup genç gürültüyle trene biniyorlar. İçlerinden yalnız bir tanesi siyah. Ellerinde bir votka şişesi ve bağırarak konuşuyorlar. Siyah olan sözü alıyor: “Dükkan soyuyorsan, suç işliyorsan, polis gelir vurur seni tabii.” Ferguson’da, polis tarafından altı kere kurşunlanarak öldürülen Michael Brown’dan bahsediyor. Brown’ın öldürülmesine mazeret gösterilen dükkan soyma görüntüleri, insan hakları hiçe sayılarak polis güçlerince kamuoyuyla paylaşılmıştı. Trendeki genç, bu videoya inanmayı seçiyor. Kendisine, derisine eş, kardeş olandan yana durmuyor.  Ama unuttuğu bir şey var; eğer “suç” işlemenin cezası ölümse, o an içeri bir polis girebilir ve trende içki içen bu genci “vurabilir”. En üzücüsünüyse yanımdaki arkadaşım söylüyor:
 
“Şu çocuklar siyah olsaydı, iki dakikaya polis beliriverirdi”.
 
James Baldwin, bundan bahsederdi işte; egemenlerin yalanlarına inanmaya başladığın o yabancılaşma anından. Onun için hep kaçtı, ruhunu oradan oraya sürdü. Siyah, eşcinsel, yoksul; başka bir şey olmak istemeyip, o şey olabilmek için, kendisi olabilmek için çok mücadeleler verdi. Siyah olmanın en zor olduğu yıllarda, 1924 yılında, fakirliğin içine doğmuştu. Ruhun kimi temelleri onda erkenden yerinden oynadı; babası bildiği adamın üvey olduğunu anladı, içini temizler diye sığındığı kilisenin aslında onu zincirlediğini anladı, ülkesi bildiği topraklarda nefes alamayacağını anladı. Çoğunlukla Paris’e, bir süre de İstanbul’a sığındı. Dünyada aradığı biraz da olsun adalet, en çok da aşktı.
 
Şimdi sürekli onun kitaplarından alıntılar yapılıyor. Televizyonda yorumcular, onun sözleriyle konuşmalarına başlıyorlar. Her internet sitesi muhakkak bir kere Baldwin kitaplarından güncel olana denk düşecek cümleler tarıyor. Baldwin vardı; yaşadı, savaştı, yazdı. Şimdiyse onun merhameti oyulup bir avuntu ortaya çıkar diye bekleniyor. Oysa dünya aynı; Baldwin’in omzunda biriken yük, hala eşit ağırlığında, başka omuzlarda taşınıyor.
 
Sonra birden telefonuma bir “haber” düşüyor. Dağlarla çevrili Yüksekova’nın tam orta yerinde, 17 yaşındaki Rojhat Özdel’i polis vuruyor. Tam bir yıl önce, yine polis kurşunuyla öldürülen Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ile Bemal Tokçu’yu anmak için sokaktaydı Rojhat. Artık Rojhat için halk yok, gerçek yok, sevebilmek yok. Türkiye, Rojhat’a da ölümü hak gördü. Rojhat’a, Ali İsmail Korkmaz’a, Berkin Elvan’a, Uğur Kaymaz’a…  İsimlerin biriktiği o derin kuyuda başka hiçbir şey yankılanmıyor.
 
“Adalet” denen şey hep insandan uzağa duruyor. Bana çoğu kereler yoldaşlık etmiş James Baldwin’i şu günlerin eşiğinde görmek bir sızıya dönüşüyor. Bu sızı; geçmiş, gelecek, şimdi, tüm bedenleri titretiyor. Okyanusun bir yanı, okyanusun öte yanı; onlar özgürlüğün zirvesine çıkamadılar. Çıkamayacaklar. Sözler, belki yarının insanına ulaşır. Ama ölmüş olan için artık sözler de yok. Hayata devam edecek olanlar içinse belki adalet değil ama, gerçek, tam orada, ortada.
 
Şimdi git, gerçeği, onu, dağlara söyle. 

Etiketler:
İstihdam