16/02/2012 | Yazar: Emre Varışlı

Zenne yazısı için geç kaldığımı düşünenler vardı. Oysa ben filmin üzerindeki sözlerin biraz dinmesini, bilerek bekledim. Filmin kendi aklımda konumlanmasını da…

Zenne yazısı için geç kaldığımı düşünenler vardı. Oysa ben filmin üzerindeki sözlerin biraz dinmesini, bilerek bekledim. Filmin kendi aklımda konumlanmasını da… Hem neyin ne zaman, doğru zaman olduğuna kim karar verir?
 
Altın Portakal ödülleri, umut veren ve merak uyandıran fragmanı, Ahmet Yıldız’ın anısına ve peşindeki mücadeleye sahip çıkan hikayesinden sonra, Caner Alper ve Mehmet Binay imzalı filmi birlikte izlemeyi en çok istediğim arkadaşımla sinema koltuğuna kendimi bıraktığımda, salonun neredeyse dolu olduğunu görerek sevinmiştim. Hiçbir zaman ‘Sevdiğim ya da sevme ihtimalimin olduğu şey fazla popüler olmasın bana kalsın’cılardan olmadım. İnsanların ürettiği en saçma fikirlerden biri olduğunu düşünürüm bunun ve öyle ya da böyle sevdiğim/sevme ihtimalimin olacağı her şeyi mutlaka paylaşmak için can atarım. O kalabalık da beni sevindirmişti. En çok da içlerinde homofobiklerin de olma ihtimali –ki dürüst olalım bu hayli yüksek bir ihtimaldi- beni daha da çok heyecanlandırmıştı.
 
Film Daniel’ın travmatik kişisel hikayesi ve Zenne Can’ın görkemli dansıyla (bu arada açılış sahnesindeki Demir Demirkan imzalı müziğe bayıldım) açıldığında gözlerim parladı diyebilirim, hikaye merakım kadar, iyi çekilmiş bir film de izleyeceğim düşüncesiyle kendimi hazırladım.
 
Alman fotoğrafçı Daniel çatışma bölgesinde yaşadığı korkunç olaydan sonra İstanbul’a gelir ve burada asker kaçağı zenne Can ile tanışır. Bu arada doğulu muhafazakar bir ailenin tek erkek evladı olan eşcinsel Ahmet ise peşindeki beladan kaçarken bir gece Can’ın çalıştığı gece kulübüne sığınmıştır. ‘Kaçış’ ortak noktasıyla, birbirlerine varmış olan üç erkek birbirlerinin hayatlarını keşfetmeye başlarlar.
Daniel görünürde kendine fotoğraflamak için bir ‘şey’ arıyor gibi gözükse de, işin aslı yaşadığı kötü deneyimlerin onu savurduğudur. Geleneklerini ve kurallarını hiç bilmediği bir ülkede, Türkiye ‘de,  yabancılara yaklaşmak ve onları karelemek bir nevi içini dindiriyordur. Ve bu arada Ahmet’le birbirlerine aşık olurlar. Ahmet ise bildiğimiz üzere her anlamda ‘gerçek’ biridir.
 
Film dursun.
 
Tüm ışıkları alın.
 
Senaryoya ara verin.
 
Çünkü 2008 yılında bir cinayet işlendi.
 
Ahmet Yıldız. Öldürüldü. Eşcinsel olduğu için. Aşık olduğu için. Aşkı bir erkek olduğu için. ‘Onların’ istediği ‘erkek’ olmadığı için. Vuruldu.
 
Bu bir film değildi. Film ekrandaydı. Aldığımız biletle sabitti. Gerçeğin ‘yalanına’ tanıklıktı. Hatta belki, birçok açıdan bizi sadece ‘izleme’ aşamasında bırakan, olduğumuz yerden bizi tatmin edip, kapıdan çıktığımızda bir anlık şaşkınlık sonrasında, bizi tekrar ‘eski biz’ yapan bir şeydi.
 
Belki biz de aynıydık. Bizim de kaçtığımız büyük gölgeler vardı. Yarın belki bizim de ‘ipimizi’ çekecekti birileri. Birileri bizden ‘dindar’ nesil yaratmaya çalışırken, hepimiz sadece kindar olacaktık. Sonra birileri Ahmet’e çektiği gibi, bize de tetiği çekecekti.
Hatta o birilerini boş verin. Kendi kurtarılmış bölgelerinde, kendi kurtarılmış gece kulüplerinde, ‘gizli kariyerlerinde’, i-phone mutluluklarında ve anüslerinin isteklerinin doğrultusunda yanı başında işlenen cinayetlere, baskıdan gelen intiharlara hiç aldırmayan, büyük gülümsemeler ve partilerle üstünü örtmeye çalışan, belki de sırf güçsüzlükten ve potansiyel ‘haksız olma durumlarından’ korktukları için bunu yapan, aslında çoktan heteronormatif gidişe monte olan eşcinseller varken, insanın yalnız kalmak ve ölmek için homofobiklerin, geleneklerin, dinin, iktidarın kurşununa ihtiyacı olmuyor.
 
Film devam ederken yazının girişinde söz ettiğim salonu dolduran kalabalığın, iki erkeğin öpüşmesini ve iki erkeğin seks yapmasını kaldıracak cinsten olmadığını öğrenmemiz fazla vaktimizi almadı. En arkada oturduğumdan kıs kıs gülüşmeleri, öne eğilen kafaları, yanındakine yöneltilen bakışları seçebiliyorum. Bundan öte havaya yükselen o ‘ayıplama’ enerjisi, derisi kalın olan bana bile geçiyor, alışık olduğum her şey, o yapışkan ve saklı ‘iğrenme’ akımı tekrar başımdan geçiyor. O zaman belki haklı, belki çok çocuksu bir şekilde şunu düşünüyorum ‘Alın işte, birbirimizi öpüyoruz, okşuyoruz, sevişiyoruz ve böyle gayet iyiyiz. Sen kafanı çevir. Birazdan bir cinayet işlenecek ve sen yine kafanı çevireceksin.’
Filmin en beğendiğim tarafı, Ahmet’ten sonra en sahici tarafı, Can’ın askerde kafayı yiyen abisi Cihan (Tolga Tekin harika iş çıkarmış) oluyor. Kurşunların altında ve ölümsüz geçmeyen günlerin ardından evine kapanan bir alkolik olan, vatanı ve kışlayı histerik bir biçimde dilinden düşürmeyen, askerliği erkek olmanın büyük şartı gören abi bize açıkça ‘Hepiniz delirmişsiniz. Bir toprağı ne zaman bu kadar sahiplendiniz. Hiçbir şey sizin değil ki’ diyordu. Kardeşi zenne Can askerlik yapmayı istemediği için onu kardeşlikten reddediyordu.
Zenne’nin ‘anlayana’ en çarpıcı tarafı ise askerlik ve ‘pembe teskere’ anlatımı. Bu teskere için ilişki esnasının fotoğraflarla belgelenmesini isteyen TSK’nin yediği bu mide bulandırıcı haltı duymayan, eşcinseller dahil meğer çok insan varmış. Aslında hiç şaşırmadım ve şaşırmadığıma da utandım.
 
Film yine dursun.
 
Işıkları lütfen bir kez daha alın üzerimizden.
 
Çünkü devletimiz bizi ‘erkek’, ‘karı kılıklı’, ‘asker’, ‘çürük’ diye ayıracak. Bunun için de yine bizim uzuvlarımıza ve sıvılarımıza ihtiyaçları var.
 
Sınıflandırılmak ve aşağılanmak için çektirdiğimiz fotoğraflar kutsal aile albümüne girecek cinsten değil. Kimin umurunda, Devlet Ana/Baba (sahi nedir o) haklıdır.
 
Filmi izledikten sonra ağzımda kalan tat, filmin önemli ancak yetersiz olması şeklinde. Bu yetersizlik söyleminden dolayı değil tabi ki. Yaşadığım coğrafyada bu filmin çekilmiş olması, ne olursa olsun şapka çıkartacağım ve umutlanacağım bir şey. Ancak bazen izlediğiniz şey bir film mi yoksa klip mi ayırt edemiyorsunuz. Kopuk sahneler, bazen rahatsız eden süreksizlik odak yoksunluğuma sebep oldu diyebilirim. Basın bülteninde Ahmet Yıldız’ın hayatından esinlenerek çekildiği söylenen film ‘çok şeyi’ üstünkörü geçmiş gibi. Üç karakterin neredeyse ayrı ayrı film olabilecek derin hikayeleri, aynı anda birbirini engelliyor. Dopdolu ve derinlemesine yapılabilecek serüven, her kişi için yarım kalıyor gibi. Doğrusunu söylemek gerekirse Ahmet’in trajik hayatı ve sonu ile biten, bu doğrultuda baskın bir filmin adı neden Zenne olmuş, Can’ın gerçekliği neden afişe taşınmış anlayamadım. Zaten filme gelen olumsuz eleştirilerin çoğu da bu yönde oluyor. Bu afişi sineye çekip tadı damağınızda kalabilecek bir ‘zenne’ filmi de izleyemiyor olmanız da cabası. Hatta enfes olduklarını düşündüğüm dans sahnelerini bile doğru dürüst izleyememiş olmak hem yordu, hem soğuttu.
 
Ama film dursun.
 
Ben ‘yine de’ diye söze başlayayım.
 
Yine de Zenne’yi alıp baş tacı yapıyorum. Hakkında çıkan tüm eleştirilere, zaman zaman kötücül sözlere kulak asmadan. Kendime bile kulak asmadan.
 
Kendine benzemeyen her şeyi, herkesi tehdit olarak gören, hedef gösteren Yeni Akit’in attığı ‘Sapkınların Filmi’ başlığına karşı bir ‘Nah!’ çekerek.
 
Ahmet’in halen mahkemesi, davası sürüyor. Bir cinayet işlendi. Film duracak. Sonra tekrar başlayacak. Ama gerçek başlar, bitmez. 

Etiketler:
İstihdam