02/04/2019 | Yazar:

Garbo’nun kadınlarla ilişkilerinin detaylarını ve cinsiyet meselesine dair tutumunu öğrenmek, benim için magazinsel bir hazdan ziyade, kendimi kendim olarak iyi hissetmemle ilgiliydi.

17 yaşında başladığı film kariyerinde sessiz filmlerin en başarılı yıldızı olmuştu Greta Garbo. Sinemada sesli dönem başladığında, gerek diksiyonları gerekse ses tonları gibi sebeplerle bir sürü sinema sanatçısı işsiz kalmıştı. Elindeki bu büyük yıldızı kaybetmekten korkan film şirketi, İsveçli yıldızın İngilizcesinin yeterliliğinden emin olabilmek için seyirciyi birkaç yıl bekletmişti. Büyük tereddütlerle de olsa, seyircinin yıldızın sesini nihayet duyacağı ilk sesli filmi Anna Christie (1930), “Garbo talks” (Garbo konuşuyor) diye pazarlanmıştı. Şimdiye dek güzelliği ve oyunculuğu ile zaten seyirciyi büyülemeyi başaran Garbo, bir de İsveç aksanlı boğuk sesiyle aynı etkiyi yaratmayı başarmıştı. Hatta öyle ki filmin Alman versiyonunda seyirciyi Garbo’nun büyüleyici sesinden mahrum bırakmamak için; dublaj yapmaktansa, filmi tekrar çekip bir de Almanca konuşturmuşlardı Garbo’yu. 1939 yılında ilk komedi filmi Ninotchka’yı çektiğinde ise “Garbo laughs” (Garbo gülüyor) yazısı filmin isminden daha büyük yer kaplıyordu film afişinde. Gerçekten de akıllıcaydı, çünkü Garbo’nun kahkahalar attığı sahne bende filmi tekrar tekrar izleme isteği uyandırmıştı.  

Garbo’nun ilk sesli filmi Anna Christie (1930) için yayınlanan reklam afişi: Garbo konuşursa, dünya dinler!

Garbo ile ilk tanışmam Queen Christina (1933) ile oldu. Garbo, bu filmde tarihçilerin lezbiyen olduğunu düşündüğü, eğitime verdiği önemin yanında erkek kıyafetleri (nedir bu erkek kıyafetleri?) giymesiyle de meşhur İsveç kraliçesi Christina’yı canlandırıyor. Cinsiyet buhranlarımın son zamanlarda tekrar şaha kalktığı bu dönemde Garbo’nun ekranda cinsiyetin performatifliğine can verişine rastlamamla tüm dikkatim hikayeden ziyade Garbo’ya yoğunlaştı. Film, dönemin şartları gereği heteroseksüel bir aşk hikayesi üzerine kurulmuş olsa da, kraliçenin yönelimine gönderme yapılan Garbo’nun Kontes Ebba’yı dudaklarından öptüğü 3 saniyelik sahne, henüz kimseye açılamamış ve tüm dünyada sanki yapayalnızmış gibi hisseden çocukluğumda, ilk defa kendimden başka bir eşcinselle tanıştığımda duyduğum heyecanı tekrar yarattı üstümde. 

Greta Garbo, Queen Christina (1933)’da Kontes Ebba’yı öpüyor.

2019 yılında televizyonlarda eşcinsel kelimesi sansürlenen yaşadığım bu yerde umutsuz ve yalnız hissederken, Garbo’nun taa 1932’de icra ettiği bu 3 saniyelik öpücük beni büyülemeye yetmişti. Garbo’nun büyüsüne kapılan bir tek ben değildim. 23 yıllık hayatımda Garbo ile tanışmam bu kadar geç olmuş olsa da, Garbo sinema tarihine adını çoktan The Divine olarak yazdırmıştı, 100 yıl sonrasında bile Garbo efsanesi hâlâ canlıydı ve onun gibisi bir daha gelmemişti. Sanki Queen Christina’nın sonunda, kamera Garbo’nun ifadesini çekerken hissettiklerimi cümlelere dökmeyi amaçlamış gibi, şöyle anlatıyordu defalarca birlikte çalıştıkları yönetmeni Garbo’yu: “Onda, sinemada başka kimselerde olmayan bir şey vardı. Birisine aşık, diğerine kıskanç bakması gerektiğinde yüz ifadesini değiştirmesine hiç gerek yoktu. İfadesinin değiştiğini gözlerinden okuyabilirdiniz ve bunu onun dışında kimse başaramazdı...

Queen Christina (1933)’nın son sahnesinde Greta Garbo.

Garbo beni kendisine hayran bırakan güçlü bağımsızlık duygusuyla tüm hayatını çılgın kalabalıktan uzakta geçirdi, asla evlenmedi, çocuk sahibi olmadı, otoriteden ve sahtelikten nefret etti, hiçbir zaman Hollywood’un kendisinden yaratmak istediği kadın imajını kabul etmedi. 36 gibi genç bir yaşta Hollywood’dan emekli olup inzivaya çekildiğini öğrendiğimde sanki hâlâ hayattaymış da ölüm haberini az önce almışım gibi üzülmüştüm. Hollywood kendi tebaasından hayatlarını cömertçe paylaşmasını beklerken, Garbo aslında olduğu kişi ile sembolize ettiği cazibenin çatışmasında ve belki de utangaç ve içine kapanık kişiliğinin de etkisiyle, kendini herkesten uzak tutmayı ve ulaşılamaz olmayı seçti. Kendi filmlerininkiler dahil hiçbir gösterime katılmayan, basına hiçbir röportaj vermeyen, hiçbir hayran mektubunu kabul etmeyen, hatta öyle ki üzerindeki imzası için saklandığını öğrendiğinden beri çek yazmaktan bile çekinen Garbo’nun Grand Hotel (1932)’deki “I want to be alone (yalnız kalmak istiyorum)” repliği kendisiyle özdeşleşmişti. Amerikan Film Endüstrisi geçen yüzyılı anmak için hazırladığı 100 yıl 100 unutulmaz replik listesinde Garbo’nun yalnızlık isteğine de yer vermişti. Garbo ise yıllar sonra arkadaşına şöyle şikayet ediyordu, “Hiçbir zaman yalnız kalmak istiyorum demedim, kendi halime bırakılmak istiyorum dedim.”

Grand Hotel (1932)’de Garbo ile özdeşleşen meşhur sahne.

Greta Garbo, Grand Hotel (1932)’de bir başka sahnede.

Garbo gerçekten yalnız kalmak istemiyordu, yalnızlığı sevmiyordu, öyle ki henüz 20 yaşında dilini bile bilmeden geldiği çirkin Amerika’dan İsveçteki okul arkadaşı Mimi Pollak’a yazdığı mektuplarda yıllarca yalnızlıktan yakınıyordu. Beni derinden etkileyen aslında tam da bu mektuplar oldu. İsveç drama akademisinde 17 yaşlarındayken başlayıp 60 yıl boyunca mektuplaşmayı sürdürmeleriyle devam eden ilişkileri Garbo ile yalnızlığın verdiği melankoliyi paylaştığım gibi aşk konusundaki çaresizliğimizin de ortak olduğunu gösterdi. 

Greta Garbo ve Mimi Pollack The Dramaten’da sınıf arkadaşlarıyla (1924). (There is no hetero explanation for this)

Yaşadığı yer olan İsveç’te tıpkı Garbo gibi başarılı bir oyuncu olan Mimi Pollak, Garbo’nun yazdığı tüm mektupları özenle saklamıştı. Pollak’ın ölümünden altı, Garbo’nunkindense on beş yıl sonra 2005’te mektupların halka açılmasıyla bu metinler iki ayrı sergide yer buldu, Tin Andersen Axell tarafından kitaplaştırıldı. Ne kadar anaakım medya ve Garbo’nun kimliğiyle barışamamış İsveçteki ailesi görmezden gelse de, bu mektuplar Garbo’nun Pollak’a olan duygularının yoğunluğunu en samimi şekilde ortaya koyuyor. Birlikte görüntülendiği her erkek için (hatta bu kişiler çoğunlukla Garbo’nun eşcinsel arkadaşları oluyordu) medyada aşk iddiaları yayınlanıp Garbo’nun ekrandaki imajının bir devamı niteliğinde romantik hikayeler yazılırken, Garbo’nun bu yönünü sadece benim gibi heteroseksüel natrans olmayan hayranları sahiplenmiş. Garbo’nun kadınlarla ilişkilerinin detaylarını ve cinsiyet meselesine dair tutumunu öğrenmek, benim için magazinsel bir hazdan ziyade, kendimi kendim olarak iyi hissetmemle ilgiliydi. Garbo hayatını rol model ya da ilham kaynağı olmak gibi hedeflerle yaşamasa da, benden neredeyse 100 yıl önce doğmuş bu kişiyle dünyaya dair hislerimizin benzerliği beni Garbo’yu bir insan olarak kafamda daha iyi tasvir edebilmek üzere daha detaylı araştırmaya sevk etti. Mektupların içeriğine ulaşabilmek için yola koyulduğumda hayal kırıklığına uğradım. Hem mektuplar hem de Tin Andersen Axell’in kitabı İsveççeydi ve ben tabii ki İsveççe bilmiyorum. İnternette bulabildiğim kadarıyla, elimde sadece mektuplardan seçilmiş birkaç paragraf vardı. Bu paragraflarda Garbo genel olarak çektiği filmlerle ilgili tecrübelerinden, Hollywood’dan, yalnızlığından, hayata dair görüşlerinden ve Mimi’ye olan özleminden bahsediyor. 

Solda, Garbo ile Pollak’ın mektuplarından oluşan Tin Andersen Axell’in kitabı. Sağda ise Garbo, Amerika’dan İsveç’e ilk ziyaretinde abisi Sven ve Mimi Pollak’la birlikte. (1928)

Mimi yolladığı cevap mektuplarından birinde Garbo’ya nişanlandığı haberini veriyor. Garbo ise İsveç’e yolladığı mektupta şöyle yazıyor: “Eğer onu seviyorsan; seni sevdiğim için, benim de onu seveceğimi biliyorum.”  2 yıl sonrasında Mimi’nin hamileliğinin haberini aldığında cevabı biraz daha duygusal olmuş. “Biliyorum tanrı bizi böyle yarattı ve doğamıza aykırı davranamıyoruz. Ama ben her zaman birbirimize ait olduğumuzu düşünmüştüm.” Pollak’ın oğlu doğduğunda gönderdiği telgraf ise şöyle: “Baba olmaktan gurur duyuyorum.

Garbonun mektuplarında Mimi’ye olan duygularının yanında daimi mutsuzluğunu ve yalnızlığını da açıkça görmek mümkün:

Hiçbir kadının benim kadar değersiz ve mutsuz hissedebileceğini sanmıyorum... Kendimi küçük düşürdüm, sert ve kaba biri oldum, çılgına döndüm, ancak kaderin benim için verdiği karardan asla kurtulamıyorum. Her şeyden yoksunum... Hiçbir dileğim yok, özlemini duyduğum hiçbir şey yok... Ama çok nankörüm. Filmim daha yeni çıktı ve eleştirmenler mükemmel derecede naziktiler ama ben kendimden hiç etkilenmedim... Sanki hayat aniden sona erdi ve içimde bir şeyler öldü...

Kendimi sattım ve artık burada kalmalıyım. Keşke işler bu kadar ucuz ve adi olmasaydı... Biz İsveçliler için aptal diyorlar çünkü onlara göre çok dürüstüz ve para hakkında konuşmak istemiyoruz. Bu gerçekten aptalca... Artık hissetmeyi bıraktım... Ama bir hayalim var: küçük bir bekar dairesi... En sonunda çok yalnız olacağım, çünkü yapabileceğim başka hiçbir şey yok…”

Ulaştığım sınırlı paragrafların içinde aklımdan çıkmayansa 1990’daki ölümüne yakın gönderdiği son mektuplardan birinde Mimi’ye yazdığı bir şiir oldu. Şiir eğer şartlar farklı olsaydı, hayatını birlikte geçiriyor olabileceği arkadaşının ellerine uzanmakta güçlük çeken biri hakkındaydı.

(Greta Garbo, Mimi Pollak’a bakıyor.)

Anaakım medyanın görmekte zorlandığı bu duyguları anlayabilmek, Garbo’nun yaşamına dair ipuçlarını fark etmek, paylaştığımız sırların ortaklığından olmalı ki, benim için o kadar zor olmadı. Garbo’ya, dönemdaşlarına ve öncekilere yapılan bu “straight-washing” zaten temsiliyet sorunu yaşayan bizleri tarihin karanlığına gömerken, aynı zamanda marjinalleştirilmemize yol açıyor, aslında var olmadığımız illüzyonunu yaratıyor. Aradan 100 yıl geçmiş de olsa, heteroseksüel natransların ayrıcalıklı hayatlarının verdiği konforla belki de asla anlamaya bile çalışmayacağı şekilde, karşımıza hâlâ aynı engeller çıkartılırken benzer duyguları paylaşıyoruz. Garbo’yu ekranda izlerken bu başarılı insanla hissettiğimiz duyguların ortaklığı, 100 yıl öncesinde bile aslında yalnız olmadığımı hissettirdi, bugün için varlığımı anlamlandırdı ve gelecek için cesaret verdi.

“Yüzlerce yıllık tarihi olan sinemada eşcinsellik sadece nadiren ekranda gösteriliyordu. Ekranda olduğundaysa, orada gülünecek bir şey - ya da acınacak - hatta belki de korkulacak bir şey vardı. Bunlar kısacık görüntülerdi ama unutulmazlardı ve kalıcı bir miras bıraktılar. Bu efsanelerin yaratıcısı olan Hollywood, heteroseksüel insanlara eşcinseller hakkında ne düşüneceklerini ve eşcinsel insanlara kendileri hakkında ne düşünmeleri gerektiğini öğretti. ” The Celluloid Closet (1995)

“Amerikan toplumu, eşcinsellik gerçeğini daha konforlu bir yanılsamayı sürdürebilmek için, ortaya çıkan her şeyi yıkayarak kasten aklından sildi. Sansürler onu filmlerden çıkardı. Eleştirmenler "Bakın, orada değil" dedi; ve hâlâ onu gören biri olduğunda, sapık olarak etiketlendi. ”- Vito Russo, 1981

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler:
nefret