17/05/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

Hiç bir şeyden çekmedim şu dünyada, beden eğitimi dersinden çektiğim kadar.

 

Hiç bir şeyden çekmedim şu dünyada, beden eğitimi dersinden çektiğim kadar. 
 
Spora olan ilgisizliğim taaa çocukluk yıllarına gider. Sekiz yaşımdayken, sevgili babacığımın beni büyük bir keyifle götürdüğü futbol maçını burnundan getirdiğimi çok net hatırlarım. 

Adamcağız bir daha asla böyle bir şeye yeltenmemeye maç bitmeden yemin etmişti. On yaşımda, ilkokul öğretmenimin zoruyla başlayan futbol kariyerim, 10 dakika sonra kazara kendi kaleme gol atmam ve buna müteakiben tüm takımın üzerime çullanmasıyla sonlanmıştı. Ailece gidilen pikniklerde herkesler top oynarken, ben bir köşeye çekilip kitap okurdum. Mahalle aralarında futbol topu gördüğüm zamansa, rota değiştirirdim. Ya top benden yana gelir de geri atmak zorunda kalırsam?
 
Beden eğitimi dersleri, her okul yılı aynı şekilde başlardı: uygun adım yürüyüş. Sağa çak! Sola çak! İleri, marş! Yıl ilerledikçe beklentiler yavaş yavaş artardı. Düz takla – bunu attık, atlattık. Ters takla – zar zor, güç bela, neyse, sonunda… Parende? Hoppalaa!!! 
 
Anadolu Lisesindeki beden hocamız okulun oldukça başarılı hentbol takımını çalıştırırdı, disiplinliydi, acımasızdı. Arada canını sıkan oldu mu:“Herkes spor salonunun etrafında 15 tur atıyor” deyiverirdi. Bana da fena takmıştı. Orta ikide her dersim en az yedi, sekizken, bedenim dörttü. Nerdeyse sınıfta kalıyordum. Allah’tan, beni çok seven Almanca hocam araya girdi de, “ters takla”dan kurtarma sınavına girip dört buçuktan beş alarak paçayı kurtardım.
 
Lise yılları bambaşkaydı. Beden hocası Sabri Bey çabucak kavramış, Fen Lisesine gelmiş test sınavlarından kafaları testiye dönmüş öğrencilerden fazla sportif olmalarını bekleyemeyeceğini. Her ders bir iki ısınma hareketi yaptırdıktan sonra, serbest bırakırdı bizleri. Kimileri salonda basket maçı yapar, kimileri muhabbet eder, kimisi de ders çalışırdı. 

Herkesi hoşgörüyle karşılardı Sabri Hoca. Onun sayesinde hayatımda ilk kez beden dersi travmatik bir süreç olmak yerine, başka derslerin ödevlerini bitirmek için kullandığım bir zaman dilimi haline gelmişti. 
 
Lisede ikinci dönemin sonu. Sabri Hocanın karneler için not vermesi gerekiyor. Eee, oturduğumuz yerden not almamız da pek yakışık almayacak. N’apsın adam! Bize bir hafta basketbol faul atışı öğretiyor. Sonraki hafta tüm sınıf sıraya giriyoruz, atışı deniyoruz. Her öğrencinin üç atış hakkı var. Hoca izliyor, bir not söylüyor. “Sekiz, geç!”, “On, geç!”, “On, geç!”. Eli bol. Herkes mutlu, notunu alan kenara çekiliyor. Sıra bana geliyor. Birinci atış potanın yanından bile geçmiyor. İkinci ondan beter. Üçüncü de top hafif dokunuyor fileye, nazikçe. Hocaya bakıyorum “Geç!” diyor, yüzünde anlam çıkaramadığım bir ifade. “Hani notum nerde?” der gibi bakıyorum adama. Bekle biraz tarzında bir işaretle karşılık veriyor. 

Bozuluyorum. Allah Allah!! Çaresiz bekliyorum. Tüm sınıfa teker teker not verdikten sonra çağırıyor beni:
- Gel bakalım.
- Buyurun hocam.
- Kaç aldın sen, sence?
- Bilmiyorum hocam.
- Alpay’ın bir şarkısı var, biliyor musun?
- Hangisi hocam?
- Sen Eylül’de bedenden bütünlemeye geliyorsun.
- Yapmayın hocam.

Bunların hepsini gülerek söylüyor hoca. N’oluyor, emin değilim. Bedenden kalmak çok da imkan dışı değil benim için. Doğru olabilir mi? Yine bela mı olacak başıma bu ders? Neyse ki Sabri Hoca beni fazla üzmüyor.

- Sekiz aldın, otur. 

Hemen rahatlıyorum, sırıtıveriyorum. Tam sırtımı dönüp gideceğim:
- Özgür! Bari biraz söyleseydin, diyor.

Kırmıyorum, nakaratını söylüyorum o güzel Alpay şarkısının:

"Gelmek zamanı gel 
Yok yok yok 
Gitme gitme gel 
Eylül’de gel."


Etiketler: yaşam, spor
nefret