24/02/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

4 Aralık 1998. Geceyarısına bir kaç dakika var. Artık bu suskunluğa son vermenin zamanı…

4 Aralık 1998. Geceyarısına bir kaç dakika var. Artık bu suskunluğa son vermenin zamanı…

I think there's something you should know              Sanırım bilmen gereken birşey var
I think it's time I stopped the show                           Sanırım perdeyi kapamam gerek şimdi
There's something deep inside of me                      İçimde, taa derinde birşeyler var
There's someone I forgot to be                               Ses vermeyi unuttugum bir kişi     
                                                                                                                                                   Freedom - George Michael

Dokuz yaşlarıydı sanırım ilk farkına varışım. Farklı birşeyler vardı bende. Sokakta oynadığım oyunlar, vakit geçirdiğim arkadaşlar. Yerine oturmaz gözüken birşeyler. Kiminin saçı farklı, kiminin kaşı. “Bu da benim farkım herhal. Boşver” diye düşünmeme fırsat kalmadan etrafımdan mesajlar almaya basladım. Annemle babam “Niye çoğu arkadaşın kız, evladım?” diye iyi niyetle uyardılar. Yaşıtlarım bazen yüzüme sesli, bazen arkamdan fısır söylenmeye başladılar. Yanlış birşeyler vardı bende. Çevremde öykünebileceğim, aklımdan geçenleri anlatabileceğim kimse de yoktu. Sustum.

Onüç yaşındaydım. Ergenliğe daha girememiştim, al bir fark daha. Çok iyi hatırlıyorum, Rock Hudson çıkmaya başladı hergün gazetelerde boy boy. O da farklıymış. Doris Day’le yaptığı filmleri zevkle izlediğimiz, dağ gibi adam eriyip gitmiş. Hastaymış, hem de çok. Acaba ben de mi hasta olacağım bekleyişi içinde soğuk terler dökerek uyuduğum pek çok gece oldu. Uykusuz, ellerimi kollarımı yokladım, bir emaresini bulur muyum diye? Yok, galiba bana birşey olmayacaktı. Sustuğum sürece. Sustum.

Üniversite çağlarına geldiğimde iyice derinlere bastırmayı başarmıştım. Artık arkamdan bile kimse birşey söylemiyordu; sanırım… Nasıl becerdiysem, kendime de unutturmuştum; çoğu zaman. Arada içimdeki farklı, yanlış, uç, uçuk kaçık, sapık bildiğim istekler depreşiverirse, yeni kesilmiş koyunlar gibi çırpınırdım, elimden geldiğince çabuk bir şekilde geçiştirmek için onları. Bildiğim en etkili silahı kullandım bilmediğim bu duygulara karşı: deliler gibi çalıştım. Derslerimde başarılı olarak herkesten övgüler kazandım. Kendimi yerden yere vursam da içten içe, kimsenin haberi olmadı. Arada “Kız arkadaşın var mı?” diye sordular. Ya “Dersler çok yoğun”un arkasına gizlendim, ya da? Sustum.

Amerika’ya gelince işler değişti. Yıllarca biriktirdiğim, omuzlarımda ağır yük gibi taşıdığım “farklı”, “yanlış” kavramlarının biraz daha esnek olabileceğini gördüm. İçimde az bir umut ışığı yandı, yanarken de beni olmayacak birine yandırdı. Onca zaman sakladığımı, söndürdüğümü sandığım, usul usul tütmeye başladı içimde. Duman öyle boğucu duruma geldi ki salıvermem gerekti biraz. Bir yıl kadar önce, can dostum bir arkadaşımı aradım telefonla. Ser verir, sır vermez kendisi. Böylece hem zehirimi biraz akıtmış olacaktım, hem de hala güvende kalacaktım. “Böyleyken böyle” dedim “durum”. Kelimeleri bulmakta zorlanarak, boğazım düğümlenerek. Dinledi, dinledi, hiçbirşey söylemeden epey dinledi. Sonra da “Geçer ya” dedi. Derdimi anlattığım ilk insandı, ve derdimi anlamamıştı. Kapattım telefonu, bir daha da açılmaz bu konu dedim kendi kendime. Sustum.

Bir ay kadar önce, Amerika’nın küçük bir kasabasında gencecik bir çocuğu öldüresiye dövdüler, döve döve öldürdüler.  Günlerce televizyondaydı haberleri. Tek suçu: farklı olması. Taş gibi yığıldım televizyonun başına, kalkamadım saatlerce. Bam telime basılmıştı. Bir şeyler fokur fokur kaynamaya başlamıştı bende. Saklanmaktan yorulmuştum. Pısmaktan bunalmıştım. Korkmaktan bıkmıştım. Daha fazla susamayacaktım.

4 Aralık 1998. Geceyarısına bir kaç dakika var. Çok sevdiğim Amerika’lı bir arkadaşım Peter’la benim evde oturuyoruz. Biralarımızı yudumluyoruz, şundan bundan muhabbet ediyoruz. Seviyorum bu adamı, çünkü hayatta tanıdığım en önyargısız insanlardan. Herşeyi ti’ye alabiliyor, kolay kolay kimseyi takmıyor. Kendi doğrularının insanı ve de doğruları pek bi insani. Sığındığım limandan açılabileceğim bir deniz olarak görüyorum onu. “Fark”ımı “yanlış” olarak algılamayacağından eminim. Sohbet koyu, üçüncü şişeler bitmiş. Biraları tazelemek için mutfağa gidiyorum. Kafam az dalgalı, suskunluğum son demlerini yaşamaktan tedirgin, mutlu. Elimde dolaptan yeni çıkmış, buz gibi iki şişe, dönüyorum. “Peter” diyorum “sana birşey söylemek istiyorum.”
“Ne var?”
“Ben… Ben… Ben erkeklerden hoşlanıyorum”

Elimden kendi bira şişesini kapıyor Peter. Hop, n’oluyor diyemeden, son sürat benim şişeyle tokuşturuyor. Öyle hızlı vuruyor ki şişeleri, biralar heyecanla köpürüveriyorlar. “Şerefe birader, şerefe” diyor içimi aydınlatan bir gülümsemeyle birasını yudumlarken.

Oh be!!! Bir yudum da ben alıyorum biramdan. Anlatmaya başlıyorum yeni gün sabaha doğru akarken.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam