31/05/2014 | Yazar: Zeynep Direk

Eğer devrim denilen şey kamusal bir alanın devletin denetiminden kendini kurtarmak suretiyle tekil bir biçimde açılışı ise bence burada bir devrim vardır.

Gezi olayına demokratik bir devrim diyebilir miyiz? Eğer devrim denilen şey kamusal bir alanın devletin denetiminden kendini kurtarmak suretiyle tekil bir biçimde açılışı ise bence burada bir devrim vardır.
 
Kaos GL dergisi, Eylül-Ekim 2013, #direnayol, sayı: 132
 
Mayıs ayının son gününde başlayan Gezi olayını bir “olay” haline getiren şey neydi? “Olay”, Taksim Gezi parkındaki ağaçların kesilmemesi için küçük bir topluluğun parkı işgal etmesi değildi. Bunu söylerken bu işgalin politik bir buluş olduğunu inkar etmek istemem. Onun “occupy” eylemlerini kendine örnek almış olması değerini azaltmaz, çünkü her bağlam fazlasıyla olumsal, farklı ve yepyenidir. Her uygulama tekil bir performatif olarak anlaşılmalıdır. Bence “olay” parkın bu grup tarafından işgal edilmiş olmasına karşı polisin aşırı şiddet göstermesi de değildir. Polis güçleri iktidarı ve onun hukukunu korurlar. Her zaman bu denli görünür olmayabileceği halde, iktidara politik olarak meydan okuyan bedenleri yok etmek için saldırmak polisin vazifeleri arasındadır. Bunların hepsi kanıksamış olmamız gereken olgular; olguların birbirine bağlanışındaki mantığın ögeleridir. Yeni olan ve olan bitene bir “olay” niteliği kazandıran şey içinde yaşadığımız kent mekanlarına ilişkin kararlardan dışlanmaya demokratik hakları kullanmak suretiyle yapılan itirazın şiddetle bastırılmasına halkın kitlesel bir tepki göstermiş olmasıdır. Bu tepkiyi okumak yaşadıklarımızda politik olanın özüne dair pekçok işaret bulmamızı sağlayacak.
 
İktidarın “inşa” etme ve kent yaşamını değiştirme konusunda ısrarlı olması onun gelişmeciliğine bağlanabilir. Çevre konusunda duyarsız olduğu kadar tarih konusunda da dayatmacı olan neoliberal muhafazakar bir gelişmeciliktir bu. Bir megapolis olarak yeniden örgütlenmek istenen İstanbul, AVM’ler etrafına yayılmış yerleşim merkezlerinden oluşacaktır. Buna karşı çıkmak için başlıca sebep, bu yaşam projesinin insanın tüketici olarak yeniden inşa edilmesi ve hazzını da AVM ürünü tüketmede bulması anlamına geliyor olmasıdır. Alternatif tüketim deneyimleri de muhafazakarlık tarafından mahkum edilmektedir.
 
Parktaki o küçük insan grubuna uygulanan şiddet o denli gereksiz ve o kadar orantısızdı ki bunun anlamı ve sebebi üzerine kafa yormak gerekir. Gelişmeci politikalara itirazı aklın almaması, Türk modernliğinin ürettiği bir zihniyeti ve bir halet-i ruhiyeyi işaretler. Türk modernliği yurttaşlarını eğitirken “ilerleme”ye  ve çağdaş uygarlıklarla rekabet edebilme gücüne öylesine vurgu yapar ki, batılılaşmacı modernliğe getirilen müslüman reaksiyon dahi bilinçdışında bu öğretiyle biçimlenmiştir. Gelişme fikri eleştirel olmayan bir biçimde sahiplenildiğinde, kişinin zihniyetindeki gelişmecilik his dünyasındaki hınç oranında güçlenir ve otoriterleşir. Kişi kendisini islam kültürüyle tanımladığında veya kimliklendiğinde hınç dozu da artabilir, çünkü Cumhuriyet tarihi boyunca dinsel kültür modernlikte geri kalmışlığın sebebi olarak gösterilmiştir. Gezi Parkı’nda başka şeylerin yanı sıra bir AVM yapma projesi yedikçe acıkan kapitalistlere ekonomik çıkar sağlama çabasının bir sonucudur elbette. Fakat bununla birlikte, eleştirel olamayan bir modernleşmeciliğin, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’daki gelişmeci hevesin sınırsızlığının da göstergesidir. Ekosistemlerin kaybına, her biri ayrı bir canlı varlık olan hayvanların yokolmasına aldırış etmeden ve hatta insanların yeşil alanlara, bir “doğal yaşam”a duydukları gereksinimi dahi hiçe sayarak yeşil alanların tamamen kullanılabileceğine hükmedilmektedir. Peki parkların böyle hedeflenmesinin sebebi yalnızca ekonomik midir? Parklar şüpheli olmasının sebebleri onların mekan olarak ne sunduklarıyla da ilgilidir. Parklar işsiz ve avareye yer açarlar, heteroseksüel olan ve olmayan cinsel karşılaşmalara, herkese, demokratik bir biçimnde açık bir kamusal alan sunarlar, evlilik dışı ilişkileri gözlerden saklarlar. AKP’li belediyecilik anlayışına göre ağaçların bu işe yaramadıkları yerler kaldırımlar ve çevre yollarının kenarlarıdır. Oralar insanların oturacak bir bank bulamadığı yerlerdir; bu ağaçlar, geçenlerin gözünden cinsellik içerebilecek ilişkileri saklamazlar. Neo-liberal muhafazakarlık kent mekanlarını yeniden yaratma yetkisini kendi kendisine vermiş; böylece yaşam dünyasını da değiştirmeye yeltenmiştir; kentin doğal ve tarihsel alanları hem para kazanma hem de kapitalist üretim nesnelerini tüketmek suretiyle lüks yaşama dürtüsüyle metal ve cam yığınlarına dönüşmüştür.
 
Mutlaklaşma aynı zamanda da mutlakın dejenerasyon sürecidir. Konuşan muhatapların silinmesi; kendi sesinden başkasını dinlemek istemeyen, otoriterleşme eğilimindeki siyasi otorite; siyasalın utanmazca ekonomik avantaja ve ekonomik avantajın kaypakça siyasete dönüşmesi; yoksulların sadaka dağıtarak satın alınmaya çalışılması; yargı bağımsızlığının ortadan kalkması, yasanın muhalifleri cezalandırmak için bir silah olarak kullanılması; özgür basının imha edilmesi, karşımıza dikilen egemenlik cinnetinin vahim bir dejenerasyon süreci içinde olduğunun göstergeleridir. Kentsel yaşamın reforme edilmesi bu cinnetin mutlaklığını ortaya koymasının bir biçimi değildir yalnızca; kendisini bilfiil farklılıklar üzerinde egemen ilan etmesidir. Taksim hem politik itirazın görünür olduğu bir meydan hem de hayatını dinsel kuralların sıkı ve tarihsel olmayan bir yorumuna seküler bir mesafede duranlar için bir buluşma ve eğlenme mekanıdır. Taksim İstanbul’daki LBGTT hayatın merkezidir. Hükümetin arzusu kolayca erişilebilir özgürlükleri ve hazları ortadan kaldırmak ve bu kültürün yerine kapitalist metanın lüks tüketimi ile uzlaşan bir dinselliği geçirmektir. Kent basitçe yüksek duvarlı ve güvenlikli sitelerin kümelendiği zengin mahalleleri ve alış veriş merkezleri, hastaneler, iş merkezlerinden oluşabilirmiş gibi, yoksullar kentin dışında öbeklenmiş beton yığını binalara yerleştirilmek istenmiştir. Sanki yoksulluk kolektif bir ayıp olarak görülmüştür; bu herkesin olan ayıp gözden ırak tutulmalıdır;  egemen disiplin yoksulluğun kendisine değil, sadece görünürlüğüne savaş açmıştır. Ona göre ancak zenginlik tarihsel ve kültürel değerlerin taşıyıcısı olabilir, yoksulluk yalnızca dehşet verici ve iğrençtir. Yoksulluğun dinsel olanın terbiyesi altında zaptı rapta alınması gereken cinselliği de meydanlardan ve parklardan çıkarılıp yerinden edilmelidir.
 
Gezi protestoları hükümetin gelişmeci neo-liberal ve muhafazakar politikalarına meydan okuyan pasif direniş biçimlerinden müteşekkildir. Bu pasif direniş biçimlerini “zayıf güç”ün meydana çıkışı olarak görmek mümkündür. Siyasal olan bir iktidarın seçilmesi ve  seçilmiş iktidarın varlığını koruması bağlamında ele alamayacağımızı gösteren bir güç vardır ortada. Gerçekte siyasal “olay” iktidarın kurulması değil, ötekilerin direnişinin meydana çıkışıdır. İktidar bu zayıf güce hayatına kasteden öldürücü bir virüsmüşçesine saldırmıştır, çünkü onda hayatının sona erdiğini görmüştür. Egemen gövde direnişçi bedenlere saldırdıkça kendine bağışık bir sürece girmiş ve ötekine şiddet uygulamak için hareket ettikçe kendine zarar vere vere direnişi besleyip büyütmüştür. Egemen gövdenin bu aşırı tepkisi onun başkalıkla sirayet etmeye ve bulaşmaya açık her ilişkiden kendisini muaf tutmuş olduğunu göstermektedir. İktidar mutlaklaştıkça ve saflaştıkça kendi kendini yok ettiği bir dejenerasyon süreci başlar. Burada saflık, sivil toplumla eleştirel pazarlığa girebilme yeteneğinin kaybıdır. Demokratik yollarla projelere itiraz etme ve eleştirel bir biçimde o projelere katkıda bulunma yollarının kapanmasıdır. Hükümetin demokratik bir hükümet olarak meşruluğu, muktedir gövdenin “kendine bağışık bir tepki” vermesi sayesinde ortadan kalkmıştır.
 
Gezi olayına demokratik bir devrim diyebilir miyiz? Eğer devrim denilen şey kamusal bir alanın devletin denetiminden kendini kurtarmak suretiyle tekil bir biçimde açılışı ise bence burada bir devrim vardır. Bu alan derhal ve onlarca yıldır kendi kavramlarını ve değerlerini yaşamaya çalışan bir aktivizmin ürünü olduğu için kendiliğinden bir biçimde çoğul varoluşların tezahür ettiği bir yer haline gelmiştir. Gezi’de farklılıkların politik birliği kendisini göstermiştir; buradaki dayanışma hiyerarşik olarak denetlenen bir dayanışma olmamış ve yeni bir yurttaşlığa ilişkin değerleri sergilemiştir. Feministler ve LBGTT gruplar yurttaşları yeni değerlerle tanıştırıp Gezi’yi bir değerler eğitimi merkezi haline getirmişlerdir. Muktedir gövdeye duyulan öfkeyi seks işçilerine ve LBGTT bireylere karşı cinsel nefret hareketine tercüme etmemeyi öğrenmek bile çok önemlidir. Buna eşlik eden bir biçimde, farklı etnik ve dinsel gruplara saygı duyma, islamofobik dilden kaçınma çabası hayranlık vericidir. Böylece şiddet üreten karşıtlıklar yıkılmış ve toplumsal barışın imkanı doğmuştur. Cinsel taciz ve tecavüz, tıpkı homofobi ve transfobi gibi devletin engellediği ve cezalandırdığı şeyler değil, kolaylaştırdığı şeylerdir. Devletin olmadığı, “olay”ın meydana geldiği demokratik siyasal alanlar tacizin tecavüzün ve homofobinin ortadan kalkabileceğini göstermiştir. Sonuç olarak Gezi bizim için bir ilhamdır: cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, ırk, etnik köken ve dinsellik zemininde ayrımcılığın ortadan kalktığı mekanlarda konuşmak ilksel manada demokrasi, ilksel manada siyasettir. Parti siyaseti ve seçime bağlı demokrasi buna göre ikincildir. Demokrasinin ilksel mekanı anti-kapitalist ve çevrecidir. Buna karşın, varlığını seçim demokrasisiyle meşrulaştıran iktidar kapitalist ekonominin gereklerine tabi ve muhafazakar ahlaka teslim olarak çevreyi zengin çevre düzenlemelerine feda etmektedir. Gezi bütünüyle ilham vericidir, çünkü bize bir başka yaşamın imkanını verir. “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dememiz olayın radikalliğini gösterir. 

Etiketler:
nefret