09/04/2010 | Yazar: Kaos GL

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf'ın eşcins

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf'ın eşcinselliği 'biyolojik bir bozukluk', hatta 'hastalık' olarak tanımladığı, kendisine birtakım kişilerin destek verdiği günlerde, elime ilginç bir kitap geçti: 1965 doğumlu Hollandalı yazar Anja Sicking'in romanı 'Günah'
 
Edebiyat gerçekten ilginç sanat: Ülkenizin geçmişiyle ilgili yazdığınız roman, bir başka ülkenin güncelliğine eldiven gibi oturabiliyor. Niye oluyor bu? İnsanoğlu dünyanın her yerinde aynı budalalıkları yapıyor da ondan.

Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinselliği “biyolojik bir bozukluk”, hatta “hastalık” olarak tanımladığı, kendisine birtakım kara çarşaflı kişilerin destek verdiği günlerde, elime ilginç bir kitap geçti: 1965 doğumlu Hollandalı yazar Anja Sicking’in romanı Günah.

18. yüzyıl Avrupa’sında geçen romanla memleket ahvalini karşılaştırmanın ilginç olabileceğini düşündüm önce. Anja’nın romanındaki hizmetçi kızın öyle düşünceleri vardı ki, Aliya Kavaf çerçeveletip asabilirdi makam odasına.

“Vaazı, yüreğim ıstırapla dolu dinledim. Birinin kendisini hayvanlardan daha aşağılık bir duruma düşürerek doğanın düzenini bozan adamlardan bahsettiğini daha önce hiç duymamıştım. Rahibin sözleri doğruydu, inkâr edilemezdi. Hepimiz tehlikedeydik ve kendimizi korumamız gerekiyordu.”
 
Doğduğu şehirde barınamıyor Anna
Şimdi gelin bir de Aliye Kavaf’ın başdestekçilerinden, kara çarşaflı Asiye Dilipak’ın sözlerini hatırlayalım: “Tarihte bu tür sapkınlıklar yaşayan topluluklar, ilahi kitaplara göre, çirkinlik ve kötülük üzere oldukları, saptıkları için azap görmüş ve helak edilmiştir. İnsanlığın geleceğini ve nesil emniyetini tehdit eden eşcinselliğin, bir anomali olarak görülmemesi, sorunu yaşayanların tedavi talebini köreltecek ve durumun yaygınlaşmasına sebep olacaktır.”

Evet, sanırım benzerliği biraz anlatabildim. Bence sırf bu yüzden bile okunması faydalı Anja Sicking’in romanının. Aynı saçma tartışmalara Batı toplumlarının iki yüz elli yıl önce nasıl saplandığını görmek insanı düşündürüyor. Hatta erkek eşcinselliğinin Osmanlı’daki konumunu, eşcinsel duyarlıkların serbestçe filizlendiği Divan edebiyatını falan düşündüğünüzde, Aliye Kafav olayı iyice anakronik bir çehreye bürünüyor.

Neyse, romana dönelim: Kahramanımız yirmi dokuz yaşında, hayatını hizmetçilik yaparak kazanan Anna... Kendisi aslında orta sınıf bir aileden geliyor. Ne var ki ilkgençliğinde çıkan yangın hem ailesini hem de malvarlığını yok etmiş zavallı kızın. Büyük halasının yanında başlayan hizmetçilik hayatının gidişatı, kız kardeşinin neden olduğu skandal yüzünden oradan kovulmalarıyla değişiveriyor. Doğduğu şehirde barınamıyor Anna, geleceğini aramak için Amsterdam’a geliyor ve yeni yeni zenginleşen bu şehirde başlıyor ekmeğini kovalamaya.
Yüreğini ısıtan iki umudu var Anna’nın: Sevebileceği bir erkekle tanışmak ve alışkın olduğu toplumsal statüye günün birinde geri dönebilmek.

“Maceracı bir yönü olan asil bir şahsiyet ama pervasız olmayan biri. Pazar günleri beni yürüyüşe çıkaracak ve ne demek istediğimi anlatmak için her çareye başvurmak zorunda kalmadan beni anlayacak, aynı zamanda da anlatacak her zamankinden çok şeyim varmış gibi hissettirecek biri.”
 
Ruhen yaralı bir kadın
O bu düşlerle yaşayadursun, kader kapıyı çalmakta gecikmiyor: Barındığı pansiyonda tanıştığı Fransız müzisyen sayesinde, bir müzik mağazasının sahibinin yanında, yine hizmetçi olarak işe giriyor Anna. Bay De Malapert’i gördüğü an, kalbi bir başka atmaya başlıyor. Çünkü De Malapert zarif biri. Herkesin parayla para kazanmayı öğrendiği bir çağda hayatını müziğe adayacak kadar da idealist... Anna’ya ailesinin ait olduğu dünyayı, yangından önceki mutlu hayatını hatırlatan bir centilmen.

Üstelik Anna’ya çekici gelen bir şekilde, Fransız aksanıyla konuşuyor De Malapert. Çünkü babası ‘Aziz Bartolomeus Yortusu’ katliamından sonra Fransa’dan kaçıp Amsterdam’a sığınan Valon kilisesi üyesi Huguenot’lardan.

Okurken bana öyle geldi ki, Anna yalnızca hizmetçi olarak görmüyor De Malapert’i: Onunla bir eş, bir abla, hatta bir anne gibi ilgileniyor. Ne var ki çok geçmeden bunun imkânsız bir aşk olduğunu anlıyoruz çünkü De Malapert bir eşcinsel. Hem de dünyanın Aliye Kavaf’lar ve Asiye Dilipak’lar tarafından yönetildiği bir çağda.

“O anda onunla konuşabilmek ve ona olan aşkımı söyleyebilmek için her şeyimi verebilirdim, hangi rezaletlerle suçlandığını bildiğim halde. Yanlış kişiye yönelmiş bir aşktı bu, ama bütün bu olanlara rağmen güçsüz bir aşk değildi.”

Şimdi bunları yazıyorum diye sürprizleri açık ettiğimi falan düşünmeyiniz. Ruhen yaralı kadının bir eşcinsel erkeğe duyduğu aşk, kitabın omurgasını oluşturuyor ve Aliye Kavaf orada otururken kitabı bundan bahsetmeden ele almam, kusura bakmayın ama en az Anna’nın aşkı kadar imkânsızdı. Eğer yazımı okumamış olsaydınız, ilk sayfalarda üstü kapalı geçen ve adım adım ete kemiğe bürünen ‘Gizli Günah’ (kitabın Türkçe adı niye bu olmamış, anlayamadım) olayını biraz daha polisiye bir heyecanla izleyecektiniz, o kadar. Ama bence kitapları güzel yapan bunlar değildir ve inanın, asıl acıklı sürpriz, size asla söylemeyeceğim bambaşka bir yerde.

Bu arada, Anja Sicking’in profesyonel müzisyen olduğunu da söylemek gerek. Kendisi, gördüğü klasik müzik eğitiminden gayet güzel yararlanmış yazarken. De Malapert’in melankolik dünyasıyla ilgili ayrıntıları, ancak bir müzisyenin varabileceği inceliklerle anlatıyor.
“Bir tahta parçasının üzerine gerilmiş birkaç tele bir ileri bir geri yay sürterek hayatını makul bir şekilde kazanmayı ancak aşırı idealist bir insan bekleyebilirdi.”

Sicking’in romanı, atmosferi ve müzik sevgisiyle biraz Alain Courneau’nun ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ filmini hatırlatıyor insana. Ama zaten o da bir roman uyarlamasıydı değil mi? Yazar bize uzun uzun gençlik günahlarından bahsederdi. Tıpkı aklı Tanrı korkusuyla karışmış zavallı Anna’nın bedeninden bahsedişi gibi: “Baş, namusun şeref koltuğudur ama bütün organları, salgı ve dışkıları ve bunlara ilişkin kokularıyla birlikte belden aşağısı utanç ve skandal kısmıdır. Bir kadın için belden aşağısı önemli olan tek şeydir ve namusunu koruyup korumadığına ya da yitirip yitirmediğine sadece vücudunun o alt yarısının yaptığı ya da yapmadığı şeyle karar verilir. Namuslu olmak için beyinlerimizi kullanma seçeneği, erkeklerin yaptığı biçimde bizim için geçerli değildir.”

Ne dersiniz, sizce de Aliye Kavaf ve Asiye Dilipak ‘tam puan’ vermezler miydi bu sözlere?

GÜNAH
Anja Sicking
Çeviren: Nurcan İnce Ateş
Anemon Yayınları
2010
200 sayfa, 12.5 TL.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam