14/01/2011 | Yazar: Murat Köylü

Sevgili Kürşad Kahramanoğlu’ndan kulağıma çalınmış, toplumların çoğunluk ve “azınlık”a bakışlarını , yani iktidar ilişkilerini betimleyen bir kavramsal &cce

Sevgili Kürşad Kahramanoğlu’ndan kulağıma çalınmış, toplumların çoğunluk ve “azınlık”a bakışlarını , yani iktidar ilişkilerini betimleyen bir kavramsal çerçeve var. Bu çerveveye göre, kendisini iktidardaki kimliklere ait ya da yakın gören baskıcı topluluklar, yani “biz” grubunun bazı üyeleri, diğer kimlikleri genellikle şöyle görmek eğilimindedirler: Birinci düzeyde, bu “ötekileştirilmiş” kimlikleri yok sayarlar. Sahte, gerçekdışı, ihlal ve sömürü üreten homojen toplum ideası içinde, “biz” ilüzyonunun resmi anlatısına ve performansına uymayan kimlikler, paradigma dışında bırakılırlar. Politik birer bileşen olarak görmezden gelinip; inkar, asimile veya imha edilirler.
 
İkinci düzeyde ise “öteki”nin ancak parodileşebildiğini, sığ bir karikatür haline geldiğini, egemen kültüre sadece ridiküle edilmiş temsiller ve modellenmiş yaşantılar ile katılabildiğini fark ederiz. Her insan topluluğu gibi, aslında gayet heterojen ve derinlemesine çeşitlenen özellikler gösteren “azınlık” grubu, egemen kültür tarafından belirlenmiş alana hapsedilir. Dürüstçe söylemek gerekirse, verili koşullardan kaynaklı olarak bu grubun bireyleri de, bu verili sosyokültürel ve böylece ekonomik politik göstergeleri taşıma eğilimini yüklenirler de. Bu paradoksal bir zorundalık anlamına gelir. Durumu Kundera’nın “İktidar sizi nerenizden yaralar ise, orası sizin kimliğiniz olur.” sözü başka bir açıdan da ifade ediyor.
 
Üçüncü düzey, daha doğrudan bir şiddet içerir. Bu düzeyde; yok sayılmış ya da ancak karikatürize edilerek sınırlı kalıplara damgalanmış kimliğin, hak ve özgürlüğünü talep ettiğini görürüz. “Öteki”, yok sayılmaya veya kendisi hakkındaki monoton parodilere kanmıyor, bunlar ile yetinmiyordur artık. Hatta tam tersine, bir varoluş mücadelesi vermektedir. Böylesine bir durumda “resmi çoğunluk”, azınlıktaki grubu ve her türlü hak talebini tehdit olarak görür ve etiketler. “Öteki”; hiçliğin karanlığından, önyargılı ve genellemeci temsiliyetten bir düşmana dönüşmüştür. O; toplum, ülke, devlet, millet, aileye yönelik bir başbelasıdır artık.
 
Bu çerçeve aklımızın bir köşesinde kalsın. Onu sadece kimliklere değil, onlar ile birlikte düşüncelere, tabulara uygulayalayım. Bu aralar, Kanuni döneminde geçen bir dizi çok konuşuluyor: Muhteşem Yüzyıl. “Milli” eğitimin üniter ve üniformist tarih, edebiyat, vatandaşlık bilgisi mitolojileri üzerinden politik savunu yapabilen “eğitimli” insanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çoğumuz fanatiğiz! Malum dizide de Süleyman adında bir proto-Türk büyüğü yakışıksız şeyler yaparken resmedilmiş ya; ultra-duyarlı para-halk örgütleri 500 sene önce ölmüş bu kişinin karizmasını korumak üzere tepkilerini vermişler. Ne aktivizm ama… Benzerini küresel ısınma, soyu tükenen canlılar, bebek ölümleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve emek sömürüsü için filan da bekliyoruz.
 
Peki ya Başbakan Yardımcısı sıfatı ile Bülent Arınç? Aylar öncesinde bir insana (Kemal Kılıçdaroğlu) “kısacık boyu ile konuşuyor” diyebilmiş biri o. Bu kez ise karşımıza, dizideki Süleyman portresinden utanmış; kızmış, üzülmüş ve yine dilinin bağı çözülmüş heyecanlı biri olarak çıkıyor. Ancak bu defa ahlaklı ve sorumlu davranıp da, söyleyemediği bir söz var Arınç’ın: Eşcinsel ilişki. “Eşcinsel” ya da “ilişki” diyemiyor Arınç. Bundan utanıyor. Ağzına bile alamıyor. Osmanlıseverin daimi korkusu eşcinsellik, ya da oğlancılık mevzusu, bu sefer Arınç’ın ar damarına basmış. Kızıyor, üzülüyor,uyarıyor; ama “eşcinsel” diyemiyor.
 
Kavramsal çerçevemizi anımsayalım. Arınç’a göre eşcinsellik burada nerede duruyor? Bu kimliği, aile ve nesile bir “tehdit” olarak gören Aliye Kavaf’a kıyasla, “yok sayma” aşamasında değil mi?
 
Eşcinsellik, insan hakları, kimlikler, Başbakan Yardımcısı’nın tüm yurttaşlara yönelik görev ve sorumluluklarını bir yana bırakalım. Dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi, bölgesel süper güç filan olmak ile övünen bir ülkenin, bazı sözcüklerden utanıp söyleyemeyen bir başbakan yardımcısı olması, diplomatik açıdan da ne vahim değil mi? Ben bir yurttaş olarak rahatsız oldum açıkçası.
 
Gözler tamamen kapalı; ve bu AKP’lilere, Osmanlıcılara, muhafazakar etiketli topluluklara özgü değil. Kiminin ağa, kiminin ata, kiminin de data babası var. Bakınız, bazı Kemalistler Ata’ya, bazı sosyalistler devrim büyüklerine, Filozof’a, laf söyletmiyorlar bu ülkede. Kimlikler, eleştiriler, sorular yok sayılıyor. Yanıtlar; yumurta, boya, tuvalet kağıdı ile ridüküle ediliyor, ya da tehdit sayılıyor. Eleştirirseniz, bazı sorulara, yorumlara varlık tanırsanız, başınıza aktivizmi alırsınız. Firavun bekçisi bir mahkeme, Sultanperestler, ya da devrim yumurtaları yaşamınızı zehir edebilir.
 
Peki böylesine bir toplumun üniversitesi nasıl olur? Bunu öğrenmek için, birkaç tabu ile uğraşırsınız ve Ermeni, Kürt, LGBTT derken, sonunda porno duvarına gelip toslarsınız. Bilgi Üniversitesi’nden bahsediyorum, anladınız. Olayları yeniden tartışmaya gerek yok, şu azınlık-çoğunluk şablonunu uygulayalım ve ötekileştirilmiş bir kimlik yerine, sözde dışlanmış bir kültürel öğe olan pornoyu koyalım.
 
Porno yaşamın her yerinde. Sevgililer, tek gecelik ilişkiler, meraklılar, anne babalar, ve hatta diğer aile bireyleri arasında: Yuvamızda, okulda, askerde, dini kurumlarda, düşlemimizde, bar tuvaletinde, çağın buluşu internetin içeriğinin %70’inde porno var. Espiri, şiddet, meslek, merak ya da tutkulu aşk boyutunda. İnsan türü olarak denemekten vazgeçmiyoruz. Porno bizim karakterimiz, bir parçamız.
 
Yine aklımızda kavramsal çerçevemizi tutarak, pornoyu deşifre etmek pek çok şeye yarayabilir: Bin yıllar boyunca pekişmiş erkek egemen sistemi deşifre ediyor porno. Toplumsal cinsiyet rollerini, eşitsizliği, maskulen, feminen, queer olanı, üstünü asla örtemeyeceğimiz yaramazlıklarımızı açığa çıkartıyor. Porno bunu yaparken, küreselleşmiş kapitalizmin gerçek – sanal izdüşümlerini bu perdelenmiş karmaşanın üzerine de yansıtabilir. Peki bu izdüşümleri ele avuca dile sığmaz karmaşadan daha nesnel ve belirgin bir yoruma dönüştürecek toplumsal odaklardan birisi neresi olmalı? Akademi değil mi? Ancak, en radikal dönüşüm yanlılarının bile kutsallık, gelenek ve eleştiri ile ilgili sorunlu olduğu bir coğrafyanın üniversitesinin pornoya gözlerini kapaması ne yazık ki sürpriz olmuyor. Bu olumsuz tabloya öğrencilerin müşteri, öğretim görevlilerinin sendikasız ve her an işerinden kovulabilen birer emekçi, bilimsel rekabetin de sektörel bir savaşa dönüştüğü gerçeğini eklemek gerekiyor.
Çoğunluk – azınlık mücadelesinin umut veren son düzeyinden bahsetmemek olmaz. Evet, öykümüzün dördüncü düzeyinde ise, kimliğin/olgunun normalleştiğini, “azınlık” vurgusunun ortadan kalktığı görüyoruz. Kimliğin artık toplumsal bir bileşen, “doğal” bir parça, haklı ve özgür bir taraf olarak tanındığı, iktidar gücünün çoğunluktaki katmanlar ile benzeşik özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Tüm hak ve özgürlük mücadelelerinin barış ile sonlanması dileğiyle.


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam