15/12/2015 | Yazar: Tolga Yalçın

Öteki her kimse ve neden öteki ilan edildiyse, her şeyden evvel kendisi olabilmiş demektir.

Kim ne derse desin, hala dünyanın dil, din, ırk ayrımı tanımayan en köklü, en yaygın düşmanlık türü “homofobi”dir.

Murathan Mungan.

7 Temmuz günü Ankara’da bazı semtlerde bazı nefret söylemi afişleri asılmıştı. Yapanlar, kendilerini Cihat hareketine ait görüyorlardı. Afişte bir hadise yer verilmişti:

“Lut kavminin çirkin işini yapanı görürseniz, faili de (yapanı da) mef’ulü de (yapılanı da) öldürünüz!”

Hadisler, kutsal kitapta yazanlar dışında, peygamberin söz, tutum ve davranışlarını aktaran sözlerdir. Bu sözler, yüz yıllar boyunca, sözlü bir kültürle taşınmış, sonrasında birçok ravi tarafından yazıya geçirilerek statik bir hale getirilmiştir. Hadisler, aslında her zaman güvenilirlikleri açısından eleştirilmiştir. Bir hadisin geçerli olup olmadığını anlamak için her zaman İslamiyet’te ilk olarak kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’in söylediklerine bakılmalıdır. Eğer bir hadis Kur’an’ın özünden ve sözünden apayrı bir söyleme sahip değilse, o hadis bir öğüt olarak sahiplenilebilir elbette, bu Allah’a inanan bir insanın gayet de tasarrufu olabilir.

Ancak “üstünlük, takvadadır” özü ile hareket eden bir din, nefret söylemine nasıl yer verebilir?

Onur Yürüyüşü’ne yapılan polis müdahalesinin ardından sosyal medyada, basında birçok şey yazıldı. 7 Temmuz’da asılan buradikal afişler konu üzerinde bir şeyler yazmaya itti beni.

Onur Yürüyüşü’nden bir kaç gün önce ABD’de tüm eyaletlerde eşcinsel evliliklere yasal bir zemin kazandırılması onaylandı. Ve yaklaşık bir ay kadar önce Türkiye’de yapılan genel seçimlerde belki de ilk defa LGBTİ bireylerin hakları gündeme geldi, hatta gözle görülür sayıda LGBTİ aktivistler, seçimlerde aday olarak gösterildiler. Bunun yanı sıra Selahattin Demirtaş’ın belki de ilk defa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde LGBTİ bireylerden bahsetmesi, sonrasında aldığı oy, bir şeyleri ifade ediyordu Türkiye’de. O da, heteroseksist, pozitivist, ataerkil, otoriter, merkezi, gelenekselci, muhafazakâr, tek tipleştirici siyasal ve toplumsal düzene karşı, norm dışı, sapma olarak görülen ve ahlak yapıları “stereotip vatandaş”tan farklı mı farklı bir güruh, politik bir alana nüfuz etmişti.

Aslında ilk başta, Gezi direnişinde politik bir tavır olarak kolektif şekilde ‘‘kendinden öte’’ olanla bir araya gelen LGBTİ  bireyler, kendilerini ifade etme ve tanımlama alanı olarak başka olan bir toplamla  önemli bir prömiyer yaptı. Bunlarla birlikte, üniversitelerde açılan kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları bölümleri, üniversitelerde yapılan bilgilendirme toplantıları, akademik çalışmalar, elbette ki AB’ye giriş sürecindeki Türkiye için İstanbul Sözleşmesinin imzalanması, yürürlüğe girmesi ve yine AB ilerleme raporlarına dahil olma amacıyla yapılan kısa vadeli insan haklarına yönelik proje ve çalışmalar, feminist örgütlenme içinde, hem de ayrı olarak LGBTİ derneklerinin sayıca artması, yerelliğe kavuşması ve yerel düzeyde haber ağı gelişimi ve yazılı/görsel medya araçlarının LGBTİ hareketi ve LGBTİ bireyleri anlama konusunda işlevinin çoğalması kuşkusuz yılların verdiği birikimle birlikte ama bence Türkiye’nin siyasi/ politik tarihinin özgüllüğü bağlamında kopuşu ‘‘bir anda ve hızlı’’ bir ivmeyle gerçekleşti. Son zamanlarda, LGBTİ bireyler ve hareketin üzerine olumlu/olumsuz konuşulanların sıklık kazanması, bir kırılma habercisidir.

Hassasiyet, Ahlak ve Politiklik

Türkiye’de geleneksel ve muhafazakâr çizgide bir demografiye politik hareketlerin tümü sahip çıkar. Zira, Cumhuriyet’in ulus-devlet projesi, ‘‘modern’’ ama yine de ‘‘mutaassıp’’ bireyleri var etmeyi ister. Yani, yeni cumhuriyet, ‘‘modern’’ biçimde yine de bürokrasi ve yönetim tarafından ölçülü/kurallı/ güdülen bir çağdaş bireyi çizmiştir. Bunun dışında kalan köylü/ dindar/feodal/ eğitimsiz kesim, bu ‘‘çağdaş’’ bireyler tarafından eğitilerek, çağın gerekliklerine uygun hale gelecektir. Ama hiç De öyle olmamıştır. Çok partili seçimlerle bu ikinci güruhun tektipleştirici yönetime karşı muhalif tepkisi, DP’nin iktidarına zemin hazırlar. Sonraki süreçlerde DP’nin de aslında Kemalist ideolojiden bir farkı olmadığı görülür. Her iki kesim, demokratlar da, cumhuriyetçiler de Türkiye’de biçimsel olarak farklı tavırlar takınmakla birlikte, geleneksel ve değer politikasıyla toplumu ‘‘millet’’, topyekûn görme eğiliminde olmuştur. Sadece, demokratlar, modernliği cumhuriyetçilerden farklı yorumlamıştır. Ama iki taraf da kadını kullanmış, şekilci ve popülist tutumlar ile kitleleri birbirine benzer hale getirmeye çalışmıştır. Nitekim başarılı da olmuştur. Türkiye’de 60’ların sonuna değin gelen bu süreç, dönemin muhalifliğini de tek çatı altında toplamaktan çekinmemiştir. Sol sosyalist hareket, Kemalist/ aydınlıkçı gelenekten kopamamış, aslında bir yerde Kemalizmin tek tipçi meşruiyetiyle kendine alan yaratmaya çalışmış, meşruluğunu sağlama almış dolayısıyla öyle pek de farklılıkları bir araya getiren tutumu hiç bir zaman aslında içselleştirmemiş, böyle bir niyeti de zaten olmamıştır. 80’lerden sonra demokratik kitle örgütlerinin sivil toplum örgütleri haline getirilmesi, Türkiye’de azalan muhalif hareketler, yerini ‘‘zararsız’’ ve ‘‘bölük pörçük’’ küçük çaptaki dernekleşmelere bırakmıştır.  Aslında topyekûn bir ideolojik kurtuluş yeganesi ve her şeyin ‘‘devrim’’den sonraya bırakılması yerine ‘‘Devrim’in velev ki gelecekse şimdiden bu gün ki atılacak adım ve mücadeleler, direnişler ile mümkün olacağından hareketle geleneksel sol/muhalif tutumlara karşı revizyonist/sivil örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Yerinden oynamayan devlet geleneğinin hiyerarşik yapısı, topluma ataerkil kalıplarla taşınmıştır. Ve hem geleneksel hem de muhafazakâr tutum, ister dindar ister ‘‘seküler’’ ya da ‘‘çağdaş’’ olsun siluet olarak fikirlere, yaşayışlara, makbul vatandaş/birey oluşlara kıstas olarak yerleşmiştir. Burada dışlanan işte, öteki olmuş ve yok sayılmış, görüldüğü yerde ezilmiş, inkar edilmiş ve bu hezeyanlara uğratarak iki kesimin de iktidarı el değiştirse de meşruluk ve ‘‘yapay düzen’’i sağlama almıştır.

Bu gidişatı sarsan ilk radikal hareket Kürt kimlik mücadelesi olmuştur. Türkiye’de halen azınlık hareketi olarak en sistematik ve kararlı tutum Kürt halkının tanınmaya yönelik duruşu olmuştur. Daha sonra Alevi vatandaşların kültürel hak talepleri etkilidir. Bu iki muhalif ve ‘‘özerk/özgül’’ kimliği olan politik komünite, Türkiye’nin alışık olmadığı, makbul vatandaşlığın hem gelenekselliği de hem de muhafazakârlığına ters biçimde konumlanmıştır. Kürt ulusal mücadelenin etnik/kültürel bazda taleplerinin yanı sıra Doğu’daki yoksulluk ve feodalitenin bağlantısı analiz edilerek yeni bir ‘‘toprak’’ ve ‘‘insan’’ yaratma, tektipleştirici ve hepimizin işine gelen tanımlara bir ‘‘provoke’’ ve tehdit olarak algılanmış öyle de gösterilmiştir. Nihayetinde bugün Alevilerin kültürel hak arayışları ile paralel olarak Kürt halkının pratikte eşitlikçi talepleri Türk idare tarihindeki erkil ve kalıplaşmış iktidar biçimlerini aşındırmaktadır, iktidarın Foucaultcu yaklaşıma göre öznelleşmesi yerele yayılması da bireyin artık tekil iktidarlara kişisel performansları ile meydan okumayı beraberinde getirecektir. Artık resist/karşı koyma kolektif bir tutumun geniş yankı uyandırması amaçlı belirli kritik dönemlerde boy göstermesinden sıyrılarak gündelik yaşamlarda bireyin kendi üzerinde kurulan iktidara püskürtmesi olarak var olacaktır.

Ahlakın böylesi benden öteki olan tarafından belirlenimi krizler yaratıyor tabii. Örneğin benden öte olanın çoğunluk olması geleneksel/stabil/muhafazakar öğreti ve değerlerin içi boş da olsa/ içselleştirilmeden/ hazmedilmeden kimlik haline getirmesi, gündelik yaşamda o kişinin de benim de benliğimi krizlere sürüklemekte. O, krizleri mantığa bürüyerek/ geçmiş teamüllerle meşrulaştırarak toplumun çoğunluğunun uzantısı olarak ‘‘ayıbının görmezden gelinmesi’’ ‘‘temize çıkartılması’’ geleneği yeniden psişikliği ve tüm ikiyüzlülüğü ile yeniden üretiyor. Ben ise, ayıbımın yüzüme ifşası, ahlaksızlığımın afişe edilmesi, gözdağı verilmesi ile sindiriliyorum. Giderek onlara, çoğunluk olana benzetilmeye çalışılıyorum. Bu da bir mühendislik işte. Dirlikli, ahlaklı, homojen bir düzen mass destruction ile sağlanılıyor. Tıp, pozitivist bilimler, hukuk, tüm bunları sağlamak için beni farklılıklarımdan ayıklamaya çalışarak ancak yasal/vital bulgular dâhilinde kapsamı altına alıyor, tanıyor. Tanınmaz isem yokum, tanınır isem, benden kalan, hepimizin birbirine benzeye yazan tarafları. Hezeyan...

Politik karşı gelme, kişisel değer ve yargıları da içine alarak, ama bunu aşarak ancak mümkün, bu gün nefret söylemlerinin nefret tutumlarının açığa çıkmasına karşı yapılacak ayıplama ve başına buyruk ‘‘şımarıkça’’ tutumlar, karşıtındaki nefretin boyut atlayarak saldırı ve linç girişimine yol hazırlar.

Zira, hassasiyet söylemi devlet erkanının sağ duyulu taraflarından gelen, hep bir çoğunluğu referans göstermektedir. Türkiye’de çoğunluğu sözüm ona ‘‘elde tuttukları’’yla her daim iktidarlarının meşruluğuna erenler, kötüleme, ayıplama ve bir tek tip ‘‘millet/cemaat’’ hassasiyetinden duyulan rahatsızlığı açıkça dile getirerek karşıdaki azınlığı dizginlemeye hak arayış ve taleplerine dizginlemekle ayar vermektedirler. İyi de Allah’ın dinden kast ettiği yol, tek değildir ve yine bilindiği gibi iman ve dinin kimde olduğunu yalnızca Allah bilir. Yine her kul, hesabını yalnızca Allah’a verecektir ve peygamberler de dâhil Allah hiç bir yarattığına vekilliğini vermemiştir. Şimdi, bir insanı, ırki, etnik, dil, din, cinsel farklılıklarından ötürü yadırgamak, yargılamak, kimin haddine düşer?

Eğer çok yargılama meraklısıysak, lütfen kendi içimizdeki ‘‘benden’’ öteki olana ‘‘nefret uyandıran’’ hisleri yargılayalım. Evlilik içi tecavüzleri, ensestleri, çocuk istismarlarını, çevre katliamını, hayvan katliamlarını, erken yaşta ve rızasız yaptırılan evlilikleri, tacizleri, her tür şiddeti yargılayalım. Bunun hakkında gerçekten Kur’an-ı Kerim’in özünde ve sözünde bir şey yazmıyor mu? Öyleyse biçimsel yaklaşıma tapıyoruz demektir, puta tapmak gibi...

Işığın Kırılması ve Renkler

LGBTİ bireylerin heteronormatif düzende baskılanmaları, gettolaşmaya itilmeleri, tabiri caizse kısıtlı ve ensestleşmiş ilişkilerle tanınmalarında sorumluluğun tümü heteroseksizmde deyip işten sıyrılamayız. Eğer heteroseksizm/ heteronormatif düzen, hem heteroseksüel hem homoseksüel (ki bu ayrımcı tanımlar da kiliseden alınan sekülerleşmiş tıbbın saptamalarıdır) tüm bireyleri sindiriyor, üzerlerinde değişik iktidar biçimleriyle var olabiliyorsa, buna karşılık verilecek resist yalnızca homofobi kakadır, transfobi öcüdür, demek olamaz. LGBTİ derneklerinin hukuki zeminde hak arayış mücadelesi vermeleri elzemdir, fakat derneklerde sosyalleşen/kendine yabancılaştırılmış toplumdaki bireyin de kendini ifade etmesi, farkındalığı oluşması açısından topyekunlükten uzak, farklılıklara olabildiğinde elverişli alanlar var edilebilmelidir. Misal, bir eşcinselin başörtülü olması, onun yalnızca eşcinsel olmasından dolayı din ile bağ kurması güdüklüğünde olmamalı, bizzat bizim toplumumuzda özellikle dinden çıkarak eşcinsellik ele alınmalı, uzantı olmalı. Ya da sakatlık çalışmaları da beden pratiği, toplumun tam beden, sapa sağlam beden görüşü başlı başına eşcinsellik odaklı değil, eşcinsellik tüm bu ele alınan can alıcı konulara ancak eklemlenerek bir resist oluşturulmalı. Heteroseksüellikle ne kadar benziyoruz aslında a mısın p misin gibi cinsel rollerin haklı savunusu sırf biri eşcinsel diye yapılmamalı, ezcümle LGBTİ örgütlenmeleri içinde kişi sırf eşcinsel/trans diye katı tanımlamacı/ heteroseksizmin izdüşümvari kimlikler savunulmamalıdır. Keza aksi, kişinin cinsel yönelimi cinsel kimliği merkezli bir dil ve söylemin kişiliğinin önüne taşınmamalıdır.

Butler’ın draglara dair yaklaşımında, drag gösterileri tüm bu heteronormatif düzeni alt üst edip yıkarak bizi özgürlüğe ulaştıracak demiyor, drag gösterileri insana bir kırılma, gördüğü perform üzerinden kendi içinde sorgulama yaşatacağı ve bu açılan çatlak ile de kişinin ve diğer kişilerin birey olarak bu kırılmalardan oluşan yarıklarda ancak kendi ‘‘oluşlarını’’ akışkanlıkla kavrayabileceklerini ifade etmekteydi aslında. Böyle bir bakış açısında, come out olma, sinmeme, zaten düzence ‘‘öteki’’ ilan edilip bir de kendini ötekileştirmeme, sana benzemeyeni iteklememe gibi doğaçlama tutumlar çok kritik.

Işığın kırılması, başlı başına bir kritik tutumdur. Kadın olamayan bir eşcinsellik, eşcinsel olamayan bir kadınlık durumu, aynı şekilde ırkçı ve militarist söylem ve uygulamalara karşı olmayan bir LGBTİ hareketi zaten toplumca kanıksanmış eşcinsellerin seksten ibaret algısını kıramayacaktır. Bunun için de şüphesiz, yerelliğimizle, bireyliğimizle kendimize ait söylem ve argüman üretebilmeliyiz. ‘‘hoşgörü’’ sözcüğü bir ‘‘velinimet’’ ‘‘minnet’’ ‘‘tevazu’’ ‘‘sözde uzatılmış, içselleştirilmemiş bir el’’ ise, patlatılmalıdır. Bazen taklitçi katlanmalar, açıkça provoke edilip, tepki duyulmalıdır. Bazen da tam tersi, bir iyi niyetli anlamaya dayalı yaklaşım varsa, samimiyete inanılarak daha hassas bir özveriyle açıklanmalıdır, benlik.

Çünkü öteki her kimse ve neden öteki ilan edildiyse, her şeyden evvel kendisi olabilmiş demektir.

*Konudan sapmalar ve algı bulanıklığı için bağışlayın.


Etiketler:
İstihdam