20/12/2009 | Yazar: Can Başkent

Güncel politika yazmamamın bir iki nedeni var. 

Güncel politika yazmamamın bir iki nedeni var. 

Birincisi, temsili parlamenter demokrasinin tanım itibariyle mantıksız ve çelişkili bir sistem olması. İkincisi de, daha önemlisi, bu hususlara dair yazı yayınlamanın, sanki bu sistem içinde bir çıkış bulunabileceğine dair bir yalancı umut üretmesi. Parlamenter temsili demokrasi ve kapitalizmde yaşadığımız sorunlar ne politikacıların aptallığı ne de emperyalizm varlığı gibi geçici etkenlerle tam olarak açıklanabilir. Tezim belli, bu durumun nedeni, sistemin iç çelişkilerinin varlığı ve sistemin kendi başına sürdürülebilir olmamasıdır.
 
Son zamanlarda artan şaibeli subay intiharları ve TSK'nın artık ciddiye bile almaya tenezzül etmediğimiz zaaflarına değineceğim bu yazıda aklımdan bunlar geçiyor. Amacım, tutarsızlıklara ya da çelişkilere işaret ederek bunların düzelmesini talep etmek değil. Değindim, bu çelişkilerin personel hatası olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir sistemin daha iç açıcı sonuçlar üretmesi zaten beklenemez. Daha da kabalaşayım, ne ekersek onu biçeriz.
 
Özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK) bünyesinde iyice ayyuka çıkmış, hatta banalleştiği için artık heyecan ve öfke dahi üretmeyen skandallar ve -çok aleni değil mi- ahmaklıklar, değindiğim gibi bence Türkiye özelinde ve DKK odak noktasında bir takım eksikliklere işaret ediyor değildir. Bunun adı militarizmdir ve bunlar militarizmin beklenen ve bilinen yan etkileridir. Daha ne olsun?
 
Popüler köşe yazarları da geçen haftalarda değindi sık sık. Detaylı bir alıntıyla başlayalım hafızaları tazelemeye. Basından takip etmişsinizdir. Deniz Yarbay, bir çocuk babası Ali Tatar, hakkında yakalama emri çıkarılmasına ilişkin tebligatı aldıktan sonra kendini öldürdü. Sırlar da kendisiyle birlikte kara toprağa karıştı. Aydın Engin, 30 Kasım 2009 tarihli makalesinde anlatmış benzer vakaları kapsamlı bir şekilde. Detaylıca alıntılayayım:
 
''... Bayram arifesinde sivil mahkeme savcılığın itirazı üzerine “Kafes planı” ile ilgili olarak iki albay ile bir yarbayı tutukladı. Hepsi de denizciydi... Birkaç adım daha geriye: Kasım ayında Albay Belgütay Varımlı intihar etti ve bunun intihar olduğuna pek az kişi inandı. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil’in yolsuzluklarını tespit edip onu mahkûm ettiren soruşturmayı o yürütmüştü. Denizciydi. Bu yılın Mart ayında Deniz Yüzbaşı Olgun Ural, Gölcük’teki askeri lojmanında intihar etti. Olgun Ural’ın adı da darbe yapılanmalarında bilgi sahibi olarak Ergenekon iddianamesinde geçiyordu ve Deniz Kuvvetleri'nde sivil savcılara bilgi sızdıran subay olarak epey düşman edinmişti.. Bitmedi. Oramiral İlhami Erdil’i mahkûm eden yargıç Yüzbaşı Olgun Ural da, 24 Mart 2009’da İzmir’de intihar etti. O da denizciydi... Yine bu yılın –galiba- başlarında İzmir’de Deniz Kuvvetleri'nde görevli bazı teğmenler tutuklandı. Teğmenlerin bazı amirallere suikast düzenlemeye hazırlandıkları belirtildi. Hâlâ tutuklular mı, tutukluysalar hangi amirallere ve en önemlisi neden suikast düzenleyeceklerdi? Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz tutuklandıkları ve onların da denizci olduğu. İnanmayacaksınız ama hâlâ bitmedi. Bir süre önce Deniz Kuvvetleri'nde görevli sivil kadın memurların bazı subaylarla cinsel ilişki filan kurarak bilgi topladıkları belirtildi ve tutuklandılar. Bu kadınlar kimin için, ne amaçla bilgi topluyorlardı ve neyin parçasıydılar? Bilemiyoruz. Bildiğimiz onlar da Deniz Kuvvetleri'ndeydiler. Oramiral İlhami Erdil. Yolsuzlukla suçlandı, mahkûm oldu. Rütbeleri er düzeyine indirildi. Emekliliği iptal edildi. Edindiği mülklere ve banka hesaplarına el kondu. Karısıyla birlikte sahte faturalarla çıkar sağladıkları kanıtlanmıştı. (Mesela evlerine misafirler için alınan kahveyi Deniz Kuvvetleri'ne yüklemişlerdi ve faturada alınan kahve miktarı 10 ton idi). O da denizciydi. Hem de en tepeye çıkmış denizci... Ve Oramiral Özden Örnek. Hani şu mahkeme kararıyla ona ait olduğu tescil edilmiş “Darbe günlükleri”nin yazarı. Hani Mustafa Balbay’ın “Ben burdaysam o niye burada değil” diye sorduğu oramiral... Rütbesinden belli, o da Deniz Kuvvetleri'ndeydi ve gırtlağına kadar darbe planlarına bulaşmıştı. Son anda su koyvermesini öteki (karacı) generaller, “Trilyonlardan vazgeçemediği için” diye açıklamışlardı. Bu trilyonlar neydi ve Örnek paşa bu trilyonları maaşından tasarruf ederek mi biriktirmişti? Bilemiyoruz. Bildiğimiz o da Deniz Kuvvetleri'ndendi.''
 
Uzun alıntıyı mazur görüp sonuna dek okuduysanız, sanırım iki tür tepki vermiş olmalısınız. Belki kasıklarınızı tuta tuta gülüyorsunuz ve 'Ne var ki bunda? Militarizmin, insanlığı ileri götüreceğini mi umuyordunuz? Karacaoğlan demedi mi zamanında, delikli demir mertliği bozar..' diyorsunuzdur. Belki de, naif bir ürküntüyle manzara karşısında kendinizi çaresiz hissediyorsunuzdur tuhaf ve umarsız bir bıkkınlıkla.
 
Ben maalesef ilk tepkiyi verenlerdenim. Tepkimin birçok insan tarafından bir 'umutsuzluk' emaresi olarak idrak edilmesi, zannedersem, aslında beni şaşırtan. Hayır, umutsuz değilim; hayır, şaşkın değilim ve hayır, korkmuş değilim.
 
Ancak öte yandan, birçok anarşist ve solcu gibi, bu vakaların sistemin aleyhine ve anarşizmin (ve belki de komünizmin) lehine bir koz olarak kullanılabileceğini de düşünmüyorum. Bu ve benzeri vakalara dayanarak, kimi çiğ politik manevralarla puan toplamaya çalışmanın da 'anarşizme (ve benzerlerine) yakışmayacağını' düşünüyorum. Zira ihtiyacımız olan, daha önceki yazılarımda defalarca değinmiştim, negativist bir politikadan ziyade daha pozitif bir politika.
 
Yazının başında değindim. TSK'nın kimi edimlerinin, yasaların dışında, genel ahlaki geleneklerin de haricinde olduğunu görmek zor değil - en azından mahkeme kararları ve savcılıkların kimi sorgulamaları beni destekliyor (sayın basın savcım, gördüğünüz gibi eleştiri sınırları dahilinde icra ediyorum vazifemi). Eh, o zaman, hadi biraz da, 'mükemmel' işlediğini düşünebileceğimiz bir İskandinav ordusuna bakalım. Benim adayım Danimarka! Zira, Danimarka ordusu, örneğin, Türk ordusuna nazaran daha düşük bir bütçeye sahip zira devlet bütçesinden sadece yaklaşık % 1.5 oranında bir pay alıyor ve bu pay da yaklaşık 4 milyar dolara tekabül ediyor. Türk ordusu ise bütçeden yaklaşık % 4 pay alıyor bu pay yaklaşık 21 milyar dolara denk geliyor. Dolayısıyla, beher Dan vatandaş her sene ordu için 800 dolar öderken (bütçeyi, nüfusa bölerek bu rakamı elde ettim), Türkiye'de kişi başına ordunun maliyeti daha düşük, yaklaşık 300 dolar. Demek Türk ordusu sıcak çatışmaya rağmen daha verimli ve tutumlu. Ne kadar güzel değil mi?
 
Bakınız, ne tesadüf, Dan ordusunda da geçenlerde bir skandal yaşanmış! Dan ordusunun özel biriminde görevli asker Thomas Rathsack, biriminin Irak ve Afganistan operasyonlarını betimlediği bir kitap yazmış. Askeri ve stratejik sırların ortaya çıkabilecek olmasından endişe duyan ordu, kitabın yayınlanmasını engellemeye çalışmış. Ancak, Eylül ayında kitabın tamamı bir gazetede yayınlanmış. Ordu, yayını durdurmak için dava açmış, ancak davayı kazanamamış. Sonrasında da bu kitabı alıntılaya alıntılıya neredeyse tüm medya organları yaymış. Yaygaranın nedenlerinden biri de, örneğin şu. Sözü edilen özel birliğin askerleri gizli bir görevde Afgan yöresel kıyafetleri giyerek, silahlarını saklayarak taşımışlar. Bunda ne var diyeceksiniz. Ancak, bu Danimarka'nın taraf olduğu, savaş hukukunu düzenleyen Cenova Konvansiyonu'nun ihlali anlamına geliyor. Türkiye ise, İran, Afganistan, Fas, Pakistan, Hindistan, Somali, Tayland, Endonezya, Malezya ve Papua - Yeni Gine ile birlikte, bu konvansiyonun sadece 1949 tarihli orijinal deklarasyonunun imzacılarından.
 
Konuya dönelim. Sözü edilen kitabın yayınlanmasından sonra, özellikle kitabın Arapça çevirisinin Taliban'a ipucu sağlayabileceği endişesiyle (diyeceksiniz Afganistan nere, Danimarka nere), Danimarka Genelkurmay Başkanı istifa etmiş. Elbette bir Türkiye vatandaşı olarak, gerçekten anlamadım bu istifanın nedenini. Acaba Danimarka Genelkurmay Başkanı neden, yıkılmadık ayaktayız, demedi, bilmiyorum.
 
Bu öyküden kendimce küçük bir mesaj çıkardım. Demek her orduda kimi skandallar oluyormuş. Her toplum kendi tarzında, skandala neden olan personelden 'kurtularak' sorunu çözmeye çalışıyormuş. Biz daha kahraman olduğumuz için, sorunu çözmek için bilgileri mezara götürüp, bir nebze oyunbozanlık yapıyormuşuz batılı muadillerimize kıyasla.
 
Argümanımı hâlâ savunuyorum. Çözüm diye sunulan 'kusurlu personeli bertaraf etme' stratejisi, aleni bir aptallık değildir de nedir? Başbuğ'un istifasını istemek, bu istifanın militarizmin aksiliklerini gidereceğini düşünmektir. Dahası bu talep, ideal bir militarist sistemin var olabileceğine inanıp, Başbuğ'un kimi nedenlerle bu vazifeye layık olmadığını, ancak başkasının layık olabileceğini ve bize kusursuz bir militarizm sunabileceğine iddia etmektir. Bu düşünce şekline sahip ancak gene de militarizmin esiri olmayan kimi dimağlar için günümüz Türkçesinde benim bildiğim iki sözcük var: naiflik ve aptallık.
 
Eh, benim de idrakim pek ivedi değilmiş ki şimdi anlayabildim sanırım, başlığı yazının tam da burasına koymalıymışım.
 

Etiketler: insan hakları, askerlik
nefret