10/05/2013 | Yazar: Qajo Yıldırım

Taksim merkez seçilerek yaptığımız ve temelini pek görkemli Stonewall isyanından alan, adı da bir o kadar anlamlı olan Onur yürüyüşümüzü, kısmen rahat bir bölgede sürekli tekrarlıyoruz.

Haziran ayı, malumunuz, LGBTT üzerine en çok konuşulan, gösteriler ve etkinlikler yapılan ay. On bir ay görece daha az önem verilen bu konuda (dünya genelinde, Pride etkinliklerinin Haziran’a denk düşmesinden ötürü) bu kadar fazla yükü omuzlamış olan Haziran ayını, bir anlamda LGBTT yanlısı bir ay olarak isimlendirebiliriz. Pek tabii, Mayıs ayı itibariyle ülke içinde Ankara başta olmak üzere yapılan Pride etkinliklerini düşünmezsek. İstanbul’da büyümüş ve etkinliklere orada katılmış biri gözünden bu yazıyı yazdığımdan ötürü, eleştirmek istediklerim orasıyla sınırlı olup geneli kapsamamaktadır. (Kapsadığını düşünen varsa da, memnun olmaktan başka şu aşamada bir şey diyemeyeceğim.) LGBTT konusunda çalışan herhangi bir toplulukta sürekli etkin bir rol almayan benim gibi insanları “klavye ibneliği” yapmakla itham edenlere de bir yandan hak versem de bu, konunun tartışılmaya değer olması gerçeğini değiştirmiyor.
 
Şöyle ki, özellikle Taksim merkez seçilerek yaptığımız ve temelini pek görkemli Stonewall isyanından alan, adı da bir o kadar anlamlı olan Onur yürüyüşümüzü, kısmen rahat bir bölgede sürekli tekrarlıyoruz. Bunu yürüyüşün özü açısından değerlendirirsek yaptığımız bu işgüzarlık, “Sisyphos”un başına gelenlerden pek farksız değil. Binbir güçlükle eriştiğimiz zirveden, tekrar başa dönüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında halen görünür olma çabasında, hak elde etmekle mükellef varlıklar olarak, söz gelimi bir milyon kişi toplansak bile, salt festival havasında bir kutlama yapabilecek rahatlığa, olgunluğa erişebildiğimiz söylenemezken.
 
Son günlerde basında yer alan, doğruluğundan şüphe ettiren fakat bana gayet olası gelen, fuhuş adı altında yapılan sinema baskınları ve daha sarsıcısı, grup seks yapıldığı için özel mülke yapılan baskınlar sonucu gözaltına alınanları düşününce, Onur arayışımızın nitelikleri ekstra önem kazanmaktadır. Sinmek ya da izin verilen bölgede gökkuşağı bayrağı altında yürümek yerine, gerçek renklerimizle gökkuşağı olabilmeyi becerebilmekle, oluşan bu baskı ortamını kırabilir, en azından kırmayı deneyebiliriz.
 
Türkçülük gününe dahi gaz bombası atılmasını dikkate alırsak, bu yıl ki Onur yürüyüşümüzün Taksim meydanı ve çevresinde yapılmasının çok mümkün olmadığını, bu mümkün olsa bile, yine bol renkli ama az göstergeli bir gün geçirmiş olacağımızı da öngörebiliriz. Taksim meydanında “Ben LGBTT bireyim” demek, zaten benim gibi lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transeksüel, queer olan olmayan, bu şekilde hayatını sürdüren, hayatını bu şekilde sürdürürken de birçok engel ve baskıyla karşılaşan insanlar için fazla bir şey ifade etmiyor. Taksim meydanına bunun için çıkıp festival yapıp insanlara “ben geyim... ama bakın cici bir insanım gülüyor eğleniyorum” mesajını vermek yerine, hayatımın tam da ortasında bir karanlık nokta olan baskılara ve engellere karşı yapılan daha hırçın bir etkinlik programı şüphesiz bana bir birey olarak daha gerçekçi geliyor.
 
Bu yıl gerek üniversite, gerek yerel derneklerimizden katılımcılarla beraber bir eylem planı oluşturmak bu hırçınlaşmanın ilk adımı olabilir. Rufus Wainwright’in gey benzetmesi yaptığı, neşeli, renkli anlamıyla beraber eşcinselliğe de vurgu yaptığı “Boğaziçi Köprüsü”ne yürüsek, köprüyü renklendirsek, ufak ama anlamlı bir öpüşme eylemiyle de devam etsek o zaman Onurumuz için daha fazla şey yapmış olacağımızı düşünüyorum. Köprü, trafik açısından kilit önemde gözüktüğünden ötürü çok ütopik ise eğer; bir arkadaşın önerisine eklentide bulunarak,  “Sultanahmet “ yahut “Eminönü” merkezli bir eylem planı düşünülebilir. Veya daha başka ama kilit noktalarda, "anlamlı eylemler" yapsak.  Sonuç olarak, bir şekilde direkt maruz kalmasak da ucundan kıyısından biber gazı olduğunu anlayabilecek kadar kokladığımız o gaza, o gün fazlaca maruz kalabiliriz.  Eni topu; biber soslu, itaatsiz öpücüklerimiz olur.
 
Bu eylemin kime ulaşacağı ve hazırlanırken karşılaşılacak zorluklar düşünülürse, topluluklar tarafından çok olumlu bakılacağını sanmıyorum. Ama yine de dile getirmekteyim, tıpkı yıllardır bunu bir şekilde komitelerde, öncesinde ya da sonrasında dile getiren insanlar gibi. 
 
Zeki Müren’i sevdik, peki ya Bülent Ersoy’u?

Etiketler:
nefret