26/08/2009 | Yazar: Çağlar Yerlikaya

Yeni kitabı ‘Senin Adın Bile Geçmedi’nin 10 bin adet basılan ilk baskısı bir haftada tükenen İclal Aydın’ın Kaos GL dergisinin Temmuz – Ağustos 2009 sayısında yayınlanan söyleşisini siz okuyucula

Yeni kitabı ‘Senin Adın Bile Geçmedi’nin 10 bin adet basılan ilk baskısı bir haftada tükenen İclal Aydın’ın Kaos GL dergisinin Temmuz – Ağustos 2009 sayısında yayınlanan söyleşisini siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
 
Yaz gelmiş... Evlerin ışıkları bir bir yanıyor. Vapur karşı yakaya doğru ilerledikçe, rüzgâr biraz daha güçlü esiyor, rüzgâr daha güçlü estikçe, yan tarafımda unutulmuş gazetenin sayfaları aralanıyor. Gazete, kendisiyle yüzleşirken ortaya çıkan hesabı, başkasına ödettirmek isteyen birisi yüzünden, aramızdan bir kişinin daha eksildiğini haber veriyor. Evime dönmek istiyorum! Vapur kıyıya yanaşmak üzereyken, geri dönüyor. Evlerin ışıkları bir bir sönüyor…
 
Yıllarca ‘hayat güzeldir’ diyen kalple, yaşadıklarından ve sustuklarından sonra karşılaşacağımı düşündüğüm ‘(u)mutsuz ruh halinin’ korkusu, onun yeni halini görünce sona eriyor, konuşmaya başladıktan sonra ise yerini umutla değiştiriyor. Aşkın ve sürekli ‘güzel’ diyerek şımarttığı hayatın, bozduğu yap-bozun parçalarını tekrar birleştiren İclal Aydın, sözcükleri ve kızıyla birlikte hâlâ büyütmeye devam ettiği kalbiyle, her gün vurulduğumuz, bıçaklandığımız günlerin arasından bize bir kez daha ‘hayat güzeldir’ diyor… Her şeye rağmen…
 
Röportaj: Çağlar Yerlikaya
Fotoğraflar: Batuhan Zümrüt

Sizi görünce hemen, sizdeki değişiklik göze çarpıyor. Hayatınızda yeni bir döneme geçmiş gibisiniz. Bu sadece fiziksel bir değişim değil de, sanki genel olarak hayatınızda bir değişiklik yapmış gibisiniz?
 
Çok ciddi bir değişim var tabii ki, her anlamda. Ama birden olmuyor. Bir kaosun, krizin, doğal afetin, büyük aşk acılarının veya büyük ekonomik krizlerin, nihayetinde iyi bir şeye sebep olduğunu düşünüyorum. Bütün fazlalıklar dökülüyor, gitmesi gereken her şey gidiyor. Bundan yaklaşık 2,5-3 yıl kadar önce ‘Bir daha kırılmam artık,’ dediğim bir dönemde, bu hayatta çok daha fazla kırılma noktam olduğunu öğrendim. Bu sefer ayaklanırken yanıma fazla bir şey alabilecek halim de yoktu. Ama bu benim açımdan iyi oldu. Beni müthiş sadeleşmeye götürdü. Nihayete ermiş değilim; ama daha farklı bir yolculuğa çıktığımı düşünüyorum. Nereye varır bilmiyorum. Aynaya baktığımda da değişik birini görüyorum. Galiba bütün bunlar daha iyi bir ben, daha iyi bir yazar yaratma çabamı körükledi.
 
‘Başarı Dayağı’ adlı köşe yazınızda, Türkiye’de başarılı işlere imza atan kişilerin cezalandırıldığını, ancak Fatih Akın, Ferzan Özpetek gibi yurt dışında yaşasalardı imtiyazlı bir hayata sahip olacaklarından bahsediyorsunuz. Buna defalarca tanık olmak, sizde tekrar yurt dışına gitme fikrini oluşturdu mu?
 
Evet oluşturdu. Çok büyük sevinçlerle dönmüştüm ülkeme. Hep şunu söyledim: ‘Hepiniz en az altı ay yurtdışında yaşamalısınız. O zaman Türkiye’nin kıymetini anlayacaksınız.’Ama Türkiye çok değişken bir ülke, sürprizlerle dolu. Bu yerel seçimlerden önce çok umutsuzdum. Tekrar Türkiye’den kopmak, yeniden kendime dünyanın başka yerinde yeni bir hayat kurmak gibi düşüncelerim vardı. Ama yerel seçimler sonrası daha çok umutlandım. Gençlerin oy kullanması, sonra kot kumlama işçileri için kazandığımız zafer umutlandırdı beni.
 
Hem Aids hem de eşcinsellik üzerine, ‘Sen, bize lazımsın’ başlığı altında çok güzel bir köşe yazınız vardı. Genelde, bu konulardan uzak durmak tercih sebebidir, sizi bu konu hakkında yazmaya iten şey neydi?
 
Sadece AIDS olmakla değil, hastalığınız, ırkınız, tercihleriniz yüzünden ‘öteki’ olmakla ilgili çok ciddi bir derdim var. Yani, Türkiye’de herkes biraz ‘öteki’dir aslında. Sadece eşcinsellik değil, ya ‘kız’sındır, ya ‘eşcinsel’sindir, ya ‘Ermeni’sindir, ya ‘kadın’sındır, ya ‘başarısız’sındır, ya ‘başarılı’sındır, ya ‘türbanlı’sındır, ya ‘sonradan solcu’sundur, ya ‘sonradan dindar’sındır! Bir şekilde herkes ‘öteki’dir. Üniversite arkadaşlarımla buluştum geçenlerde. Aradan yıllar geçmiş ve bu ‘öteki’ olmayı konuştuk. Yani biri Alevi olduğu için itilmiştir, biri Türkeş’in yakını olduğu için, diğeri Demirel’in akrabası olduğu için. Yani hayatımız böyle geçmiş, bizi bir araya getiren şey daima o itilme-kakılma hallerimiz olmuş. Benim çok uzun yıllar yurtdışında, ‘Türk-kadın-işçi’ olarak ciddi anlamda ezildiğim bir dönem vardır. Yani,  ‘yabancı’ olmak, ‘öteki’ olmak meselesinin hasarı bende çok fazla. Şuna da karşıyım; insanlar bir araya gelip gelip bu yüzden, şoven duygularla saldırganlaşırlar ya, bence herkes, mümkün olduğunca kendisini özgürce ifade edebilse, ‘Ben buyum’ diyebilse ve öyle olduğu için tokat yemese, bu kadar çok kavga gürültü olmayacak. Eşcinsellik konusunda, yanlış anlaşıldığım dönemler var, şimdi bunu söylerken bile endişe duyuyorum, yanlış anlaşılmamak için.
 
Bu yanlış anlaşılma korkusu sanırım, daha geniş kitlelere sahip olmak isteyen ya da dikkat çekmek isteyen bazı ünlülerin, durup dururken ‘eşcinselleri seviyorum’ şeklindeki açıklamalarından dolayı olsa gerek?
 
Hiç oraya girmek istemem. Bu konularda çok konuşmama tercihim vardı. Sadece çok yakınımdaki eşcinsel arkadaşlarım zarar görmesin, bunalmasınlar isterdim. Onları koruma içgüdüsüyle böyle oldu sanırım. 1980’lerde Ankara’da bu kadar kolay değildi bunları konuşmak, bugün de kolay değil. Ama ben kadının, erkeğin veya eşcinselin soysuzuna dayanamıyorum. Saldırganına dayanamıyorum. Nedenlerini anlıyorum; ama doğru bulmuyorum. Bir tarihte muhafazakâr bir dergiye verdiğim röportajın evrilip aleyhime ‘ayrımcı bir söylemle’ çevrilmesi beni çok üzmüştü o dönem. Bir hayli hırpalandım bu yüzden...
 
Herkesin hayatının fonunda bir müzik, bir şiir ya da bir film vardır mutlaka. Ben size baktığımda, gözlerinizde Turgut Uyar’ın ‘Denge’ adlı şiirini okuyorum adeta.’Sizin alınız al inandım/Morunuz mor inandım/Ama ben tam kendime göre/Ben tam dünyaya göre/Ama sizin adınız ne/Benim dengemi bozmayınız’’

Bire bir, valla bravo! Röportaj bitti, ne yapacağız? (Gülüşmeler)
 
Çok doğru bir tespit. Çok doğru, sadece şöyle teselliler bunlar: bizden önce yazılmış olan şiirler, bizden önce yazılmış olağanüstü kitaplar, şarkı sözleri. Ama aynı zamanda tesellisi şu: edebiyat ne yapar insana? Sanat ne yapar? Müzik, heykel, resim, şiir…
Anlam bulursunuz, neden doğduğunuza… O şeyi neden yaşadığınıza. Teselli bulursunuz, çok hayranlık duyduğunuz, dünyanın itibar ettiği isimlerin de sizinki kadar ilkel, sizinki kadar çocuksu, sizinki kadar naif duygular ve acılar yaşadığını gördüğünüzde. ‘Aa Sezen bile yaşıyor bunu! Turgut Uyar’ı bile çıldırtmışlar! Yaşar Kemal bile kırılmış demek ki!’ dediğiniz anlardır bunlar.
 
Önyargılar ve bakış açıları yüzünden kendisini sürekli yalnız hissetmek zorunda bırakılan bir kitle var; eşcinseller, travestiler, transseksüeller. Bu yalnızlığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Yalnızlık anlamında eşcinseller, kadınlar, erkekler birbirlerinden farklı değiller. Doğru düzgün insan yok! Her şeyi bir arada bulabilmen çok zor. Seçici olacaksın, düzgün bir insan olacak, algılayabilen birisi olacak! İlişkide medeniyet olmalı. Medeniyet gelmeden zenginlik gelirse bir yere, felaket orada başlıyor biliyorsun. Yani dolayısıyla, 30 yaş sonrası yalnızlığın her cins için aynı olduğu ortada...
Dikkat edin, büyük arkadaşlıklar da hep o dönemlerde başlar. Kadınlar 20’li yaşlarda çok algılayamazlar. 30’dan sonra o paralellik temel dostlukları başlatır. Çünkü çok ortak bir paylaşım vardır. Kadınlarla eşcinseller arasında çok paralel bir yaşam duygusu vardır.
 
Nefret suçlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Homofobi sürekli LGBTT bireylerin yaşam hakkını ellerinden almaya devam ediyor. Avrupa’da nefret suçuyla ilgili yasalar yürürlüğe giriyor; ama bizde yasayı bırakın, konu gündeme bile getirilmiyor. Sosyal projelere destek olan birisi olarak, LGBTT bireylere yönelik herhangi bir proje yapmayı düşünüyor musunuz?
 
Burada bizim çok önemli bir sorunumuz var. Sözde, aydınların hepsi eşcinsel dostudur. Fakat herhangi bir eşcinsel yazarla başka biri karşı karşıya geldiğinde, onu beyniyle vurmaya kalkmaz, eşcinselliğinden vurmaya kalkar. ‘Sen de askerlik yapmadın ama’ diye girer. Bence, bu büyük bir hainlik. Bu devam ettiği sürece, bir örgütlenmenin gerçekliğine inanmıyorum. Diğer taraftan, ciddi olarak fikriyle savaşamadığı insanı yönelimiyle bombalamaya kalkan, gammazlamaya kalkanlar ne kadar tehlikeli ise bu örgütlenme adına ortaya çıkmayan eşcinsel aydınlar da o oranda engelleyiciler... Yanlış şeyler söylüyorsam, beni düzeltin; ama bu anlamda çıkıp protesto eylemi yapanlar bir tek travestiler, yani görünen ve bilinenler. Kameralar gidiyor çekiyor, basın çekiyor. Çünkü renkli bir haber. Ama bence daha Türkiye’de sanatçı, aydın eşcinsel örgütlenmelerinin bile çok vakit alacağı ortada. Çok haklılar. Çok yürek isteyen, çok büyük savaş isteyen bir durum. ...
Nefret cinayetlerine gelince, kendi içlerindeki eşcinseli öldürdüklerinin farkında değiller. Kendi içlerindeki çözümleyemedikleri gerçeği yok etmeye, temizlemeye yönelik olaylar bunlar. Çok sorunlarımız var. Dışarıdan ahkâm kesen, uzaktan gazel okuyan biri olmak istemem; ama ben, mesela şunu beklerim. Ben çıkıp, ‘eşcinsel haklarını konuşalım’ desem, çok komik duruma düşerim. Ama yazar, yönetmen, ressam, müzisyen… toplumun alkışladığı bir dolu eşcinsel ortaya çıksa, ‘Arkadaşlar, birlik olup yürüyoruz ve bunu istiyoruz’ dese, emin olun, yürekli bir dolu başka insan da çıkıp onların yanında olacaktır, tercihi ne olursa olsun.
 
Şuna da çok inanıyorum. Bizim ülkemizin tuhaf ikiyüzlülükleri vardır. Yani evladının eşcinsel olmasını istemez; ama Bülent Ersoy’a bayılır. ‘Ailemde böyle bir şey yok’ der; ama eğlenmek için ilk tercihi Fatih Ürek’tir. Aydın’ı çok sempatik bulur; kendisine böyle bir şey söylediğin zaman asmalı-kesmeli konuşur. Bu tür ikiyüzlülüklerin sonu yok. Bunlar, kadın-erkek ilişkilerinde de var, kaynana-gelin ilişkilerinde de var. Her yanımız ikiyüzlülükle dolu. Ama burada, birilerinin yürekli olması gerekiyor. Türkiye’de ‘Will & Grace’ gibi bir dizi düşünebiliyor musunuz?
 
Program yaptığınız dönemde, çok olumsuz olayların yaşadığı günlerde bile ‘Her şeye rağmen, hayat güzeldir’ diyordunuz. Köyde yaşayan, kadın olduğu için hiçbir söz hakkı olmayan bir lezbiyeni de ‘hayatın güzel olduğuna’ dair ikna edebilir misiniz?
 
Ben edemem, öyle bir misyonum da yok. Benim görevim asla insanlara bunu dikte etmek değil. Ben bütün sözlerimi kendime söylüyorum. Ama söylediğim her söz, Türkiye’de çok ciddi bir kalabalıkla paralellik gösteren bir geri dönüş alıyor. Dolayısıyla diyorum ki, benim gibi çok insan var ve dediğim gibi, ben aslında çok kolay demoralize olan, zorlu hayat koşullarından geçmiş, hayatı pek de kolay olmayan; ama yine de bir sürü insandan daha şanslı olduğunun idrakinde biriyim. Bunu devam ettirmeye çalışıyorum. Cinsel tercih meselesine gelince de; bilgi aynı zamanda korkuyu da getiriyor. Bir insanın başına geleceklerini bildiğinde, ormanda karşılaşacağı şeyleri bilmesi onun daha tetikte ve daha korkak, hatta ormana girmemesini getirecek kadar temkinli olmasına sebep olur. Bu yüzden sosyal ilişkiler konusunda, daha tecrübesiz insanların, tutkuda ve aşkta daha güzel noktalara ulaştıklarını düşünüyorum. Onun için gençken her detayı daha şahane yaşıyor ve daha cesur oluyoruz. Çok iddialı bir şey söylemek istemem; ama bu yüzden Anadolu’da daha cesur yaşandığını düşünüyorum ilişkilerin, köy alanlarında. Türkülerde bile var zaten. Türküleri o gözle dinlersen, son derece erotik hikâyeler vardır. Ama dediğim gibi, kimseye hayatın güzel olduğunu açıklayamazsın. Eşcinsellikte bile erkek üzerinden bir kimlik belirleme var. Lezbiyenlik bu ülkede daha az konuşulur bir şey. Orada dahi kadın cinsinin geri planda kaldığını düşünüyorum.
 
DOT Tiyatrosu tarafından sahnelenen Kürklü Merkür oyunundan yola çıkarak, askerlik konusuna değinmiştiniz. Askerlik, bu ülke için çok hassas bir konudur ve askerlik ile ilgili olumsuz tek bir laf eden kişi hakkında hemen savcılığa suç duyurusunda bulunulur. Orada, oyunculardan birinden bir alıntı yapmıştınız: ‘Şu an parkta oynayan çocukların, bir gün şehit olabileceklerini görmek istemiyorum artık’ diye…
 
İnşallah bu söylediklerimden sonra gözaltına alınmam. (Kahkahalar). Bunun bir tercih olması gerekir. 1994 yılında, Almanya’da bir ameliyat oldum. On gün yattım, hastanede. On gün boyunca, her gün saat 11’de bir delikanlı, pansumanımı yaptı. 3-4 gün sonrasında sohbet etmeye başladık. ‘Ben askerliğimi yapıyorum’ dedi. ‘Ben geyim. Askerliğimi hastanede, hastabakıcı olarak yapmayı tercih ettim’ dedi. Muazzam bir fikir! Hayattaki cinsel kimlik ve varoluşsal tercihimiz, askerlikte insan öldürme sanatını öğrenmekten yana değil, insan yaşatmaya yönelik. Taptım! Bayıldım! Öldüm! Benim gönlüm de bundan yana. Eşcinseller, askerlik yapmamak için insanlık dışı bazı muameleler görmek durumundalar. İspat etmek için ya da işte her neyse. Oysa bu bir tercih olabilmeli. ‘Herkes askerlik görevini yapsın’, evet, ama cephede savaşarak değil. Cephede hastabakıcıya da ihtiyaç var, doktora da. Dolayısıyla, sadece kuaförlerin, orduevinde kuaförlük yaparak askerliklerini bitirmelerinin haricinde, bu tip bir sistemin de oturabilmesi şahane olmaz mıydı? Üstelik o zaman yazdığım şeyi, şimdi de söylüyorum: ‘Ben çocuktum, doğuda savaş vardı. Kardeşim çocuktu, doğuda savaş vardı. Bugün, bizler çocuk sahibi olduk; doğuda hâlâ savaş var.’ Bence çok olumlu gelişmeler de yaşayacağız. Bunun bir tercih olması lazım. İnsanların tercihlerine özgü bir şekilde geçirebilecekleri bir sistem talep ediyorum!
 
Her şeye rağmen aşk, sizin için hala güzel mi?
 
İlk kitaba, ‘Hayat Güzeldir’e baktığımda, aşk üzerine yazılacak en iyi metni yazdığımı görüyorum. Bak, çok iddialıyım, aşk üzerine yazılacak en iyi metni yazmışım! Çünkü her satırı, bir başka yazardan alıntı. (Gülüşmeler). Yani dedim ki, bundan daha iyi bir metin yok. Çünkü Cemal Sürreya var; Turgut Uyar, Yılmaz Odabaşı, Elif Şafak, Sezen var, Yıldız Tilbe var, Murathan Mungan var. Hakikaten söylenecek bir şey kalmamış. Bir de, o çok naif bir araya getirilmiş bir metin. Beş yıl önceydi... Belçika’da süper güzel kar yağıyordu, sabah 06:30’du. Kar altında, ormanda yürüyüş yapıyordum. Dil okulundaydım, kulaklığımda bir Türkçe şarkı: Işın Karaca söylüyordu, ‘İyi ki aşk var dünyada…’
 


Etiketler: kültür sanat
nefret