05/12/2009 | Yazar: Can Başkent

0. Giriş

0. Giriş

"Yaşamın değerinin sorgulanmasını sağlamak, öte yandan, ahlakın bana kalırsa birincil görevlerindendir. 'Hangi hayat, ne zaman ve niçin yaşanmalıdır?' gibi beylik ama bir o kadar da felsefi arkaplana sahip soruların cevabını tatmin edici şekilde verebilme kabiliyetinin gösterilmesi, ahlaki zeminde olduğu kadar, içinde yaşamayı düşlediğimiz ve umuyorum ki uğrunda mücadele ettiğimiz dünyanın nasıl biçimlendirileceğine karar verme zemininde de politik bir aciliyete sahiptir." [0]
 
Önceki yazımı yukarıdaki paragraf ile bitirmiştim. Şimdi de dilim döndüğünce bu aciliyetin gerekliliklerini yerine getirmeye gayret edeceğim.
 
Hayatın her zaman yaşamaya değer olmadığını fark etmek, ahlakın kimi zaman önümüze koyduğu kaçınılmaz sonuçlardan biridir. Bazı hayatlar, kimi ahlak felsefecileri ortaya koymuştur ki, kötüdür ve yaşanmak zorunda değildir diğer insanların iyiliği gereği. Örneğin, acaba Hitler yaşamayı hak ediyor mudur? Acaba, Hitler daha mı erken intihar etmeliydi? Yoksa, intiharını beklememeli miydik?
 
Bu ve benzeri soruların alt okuması, beher bireylerin hayatlarının değerlerinin eşit olduğunu iddia eden naif bir hümanizmayla bezenmiştir. Naifliği, dikkate değerliğini örtbas eden hümanizm, bu çerçevede Hitler'in hayatının, katline sebep olduğu her hangi bir insanın hayatından ne daha az, ne de daha çok değerli olduğunu iddia edebilmektedir. Kışkırtıcı Hitler örneğini bir kenara bıraktığımızda, insanın hayatlarının değerini belirlemek, ciddi bir sosyopolitik ve felsefi problem olarak beliriyor. Kim, yaşamayı ne kadar hak eder?
 
Bu sorunun cevabını, uç vakalara bakmadan araştırmak istediğimizde, elbette faşizme kaymamak, faşizme faşizmle cevap vermemek zorundayız. Dolayısıyla, başkasının hayatının değerini biçmektense, kendi yaşamımızın değeri üzerine spekülasyon yapacağız. Yaşamayı hak ediyorsak, yaşamalı; hak etmiyorsak yaşamamalıyız diyeceğiz.
 
1. Hayatın Değeri
 
Bu ve önceki yazılarımda, kesin bir şekilde biyolojik itkilerin ve sosyal kabullerin, Kantçı ama özgürlükçü ahlakta yeri olmadığını tekrarlayıp durdum. Beğenilme içgüdüsü ve karın doyurma içgüdüsü, değindim, politik ahlaksızlığa mazeret olamaz. Benzer şekilde, şimdi de yaşama içgüdüsünün, (politik ya da sosyal) ahlaksızlıklara zemin oluşturmaması gerektiğine değineceğim. Ama özgürlükçü ahlakın diskurlarını da akılda tutarak, başka insanın hayatını ne olursa olsun sona erdirmenin veya başkasına zarar vermenin de, bu metinde bir önkabul olarak, ahlaksızlık ve dahi kötülük olduğunu aklımızda tutacağız. Önerimiz kendini açık ediyor. Şimdi kimi hissi örneklerle devam edelim.
 
Deleuze'ün, Guattari ile birlikte yazdığı Anti-Ödipus, Freud'dan beri geliştirilen psikoanalizin kapitalizmle olan içkin bağına değinip, yeni bir (psikolojik) analiz paradigması yaratmaya çalışmıştır, malum. Deleuze ve Guattari, psikolojik kurguların, sosyal yapılarla ilişkisini tesis etmiş ve bunun akabinde bir değer felsefesi geliştirmişlerdir. Fakat, bu topraklardan da nispeten alışık olduğumuz şekilde, Deleuze, sağlıklı yaşamayı bilmeyen bir düşünürdü; sigara tiryakiliği nedeniyle, önce akciğerlerinden birini sonra da gırtlağını kaybetti. Tüm bunların sonucu olarak da konuşma yeteneğini tamamıyla yitirdi ve oksijen makinesine bağlı olarak yaşamaya mahkum oldu. Nihayetinde Deleuze, 4 Kasım 1995'te de, apartmanının penceresinden kendini atarak intihar etti. Arzu-filozofunun hayatının son edimi dahi Freud'ü tersinliyordu bir bakıma.
 
Deleuze'ü de derinden etkilemiş olan varoluşçuluk, var olmaya çalışan ya da var edilemeyecek hayatın değerini anlamamızda bize en sarsıcı ipuçlarını verir. Camus, ki Yabancı'da da sezdirmiştir, intiharın varoluştan sağladığı sahte ve yanılsamacı kaçış nedeniyle cezbedici olduğunu söyler. Yabancı ile aynı sene yayınladığı Sisifos Miti adlı uzunca felsefe makalesinde bu yorumunu, varoluşculuğun Kierkegaard'dan beri çözmeye çalıştığı absürdite problemiyle birlikte tartışır. Sonunda da bağlar Camus: intihar, absürditeyle yüzleşme sorumluluğundan vazgeçmedir. Bu minvalde, Sisifos bile mahkum olduğu işe rağmen mutludur Camus'ya göre; zira Sisifos absürd/saçma hayata karşı mücadele etmektedir.
 
Sartre da absürd hayatın bir absürditesi olarak, bengi dönüşsel bir karmaşa yaratan intiharı bir felsefe sorunu olarak ciddiye almıştır. Sartre'a göre, intihar, tanrısız dünyada bir birey olarak özümüzü anlamak için bir imkandır. Zira bu anlamsız ve saçma hayatta, yaşamın anlamını idrak etmek için neredeyse hiç bir nirengi noktası yoktur. Öte yandan, değinmeye gerek bile yok aslında, Kant, intiharı ahlak zemininde sertçe dışlar. Zira intihar insanların ahlaki görevleriyle çelişmektedir. Benzer şekilde, erken Hıristiyan düşünürler de, insanın ölmesinin bir günah olduğunu bilindik argümanlarla tanıtlamaya gayret etmişlerdir. İskoç filozof Hume ise "kimsenin kendi hayatını, hayat yaşamaya değerken atıp gitmemiş" olduğuna değinip, intiharın insanın kendisine ve diğerlerine olan görevlerini aksatmayacağını belirtir ve bağlar: "intihar [mahkum edildiği] suçluluk duygusundan kurtarılmalıdır" [1]. Çağdaş New York filozoflarından Nagel de, yeni-Kantçı bir yaklaşımla, ölümün kendisinin bir yoksunluk yaratması nedeniyle kötü olduğuna değinir [2].
 
2. Değersizleşmiş Hayatlar
 
Daha önce çeşitli vesilelerle değindim [3]. Ölme tartışmalarının en yaygın sahası, intihar sorununu şimdilik bir kenara bırakırsak, kuşkusuz ötenazi ve enfantalizmdir. Ötenazinin, yardımlı veya iradi olup olmamasına dair parametrelerin kombinasyonuyla oluşturulan bir çok alt kategorisi bulunmaktadır. Örneğin, bilinci kapalı ölümcül bir hastanın, doktor yardımıyla ailesinin izniyle öldürülmesi "yardımlı ve hasta iradesi dışı ötenazi" olarak adlandırılırken, hastanın "fişi çekilerek" kendi bilinçli ve iradi kararı neticesinde ölüme terk edilmesi ise "yardımsız iradi ötenazi" olarak adlandırılabilir. Bu konuda oldukça kapsamlı bir felsefe ve hukuk literatürü mevcut. Dolayısıyla, meraklı okuru, çok zorlanmadan keşfedeceği bu literatüre yönlendirmekle yetinelim bu satırlarda.
 
Enfantalizm ise, yeni doğanların sadece ve sadece tıbbi nedenlerle öldürülmesidir. İnsan aklının sınırlarını zorlayacak korkunçluktaki hastalıklarla doğan bebekleri, ömürleri boyunca, fiziksel ve psikolojik acı çekmekten kurtarmak ve bu bebeklerin ebeveynlerini de ömür boyu bu çileden azat etmek için, enfantalizm legal ya da illegal olarak bir çok toplumda uygulanagelmiştir. Fakat, ultrasonografi ile ana karnındaki bebeğin gelişiminin takibinin kolaylaşması ve de kürtajın bir çok ülkede yasallaşması, enfantalizm "ihtiyacını" modern zamanlarda oldukça düşürmüştür.
 
Yukarıdaki konuları kapsayan literatürde çok da derinlere dalmadan karşılaşılabilecek ilk düşünürlerden biri olan Hardwig, bir makalesine ötenazi ve yardımlı intihar ile ilgili önemli sorularla giriş yapar: "Kimin ölmesi daha iyidir? Kimin ölme yükümlülüğü vardır? Ölmenin doğru zamanı ne zamandır?". Daha sonra ise yazar, ötenazi ve hekim yardımlı intihar ile ilgili tartışmalarda üzerinde çok durulmayan şu iki nokta üzerinde durur: "(1) Dindirilemeyen acı, birinin ölmesi için tek neden değildir. (2) Ölümcül hastalığı olmayan birinin de ölmesi iyi olabilir." Zira yazara göre; "(1) Kısa bir süre düşünsek bile, çoğumuz, yaşamaya devam edeceğimize, ölmemizin daha iyi olduğuna inandığımız durumların listesini yapabiliriz; ve (2) Ölümcül hastalık durumunda, ölüm, ölen insana tüm acılarından [olumlu anlamda] nihai bir kurtuluş sağlamaktadır. Dolayısıyla, ölümcül hastalık durumu söz konusu OLMADIĞINDA işler daha bile kötü olmaktadır." [4].
 
Tıbbi olarak insanın aklının bile kavramakta zorlandığı derecede korkunç durumlar ve acılar, elbette ötenazi ve dolayımlarındaki tartışmaları elzem kılmaktadır. Beyni olmadan doğan bebeklerden tutun da ileri bunaklığa dek bu geniş skala, bir çok insan için "ölsem daha iyi" durumlarıdır. Dolayısıyla, çoğu insan için, ölmeyip sevdiklerimize sürekli acı ve inanılmaz mali yük yaratmak da, benzer şekilde "ölmekten beterdir". Sonuç olarak, çoğu zaman, tıbbi ötenazi ve doktor destekli intiharların altındaki neden, yakınlarımızı "sevmektir". Zira, sevenlerimize acı çektirmek ahlaki olarak "yanlıştır".
 
Peki, hastalıkları bir kenara bırakırsak, sıradan gündelik hayat senaryoları, neden bu 'yanlış'ı kolayca yapabilmemizi sağlıyor? Acaba, onulmaz duygusal acılar yaratan kişiler de ölmeli midir?
 
3. Kimi Vakalar
 
Hipokrat yemininde geçer: "Kimseye, ölümüne neden olacak tavsiyeler verme". Öte yandan bu, elbette felsefe ve ahlakın önemli diğer bir prensibi olan Hipokratik ilkeyle çelişir: "Zarar vermeyeceksin". Dolayısıyla, yaşamanın insanın bizzat kendisine zarar vermeye başladığı zeminde, Hipokratik ilkeler pek bir açılım sağlamayacaktır. Zira, bu sebeple hapis yatmış olan ABD'li hekim Jack Kevorkian'ın manipülatif bir şekilde de ifade ettiği üzere "ölmek suç değildir". Konudan çok dağılmayalım, tıp etiği tartışmaları zira, bürokrasi ve hukuk zeminine kaydığı için, pek de heyecan verici değil artık.
 
Daha önce değindiğimiz ünlü biyoetikçi Peter Singer, bir kitabında, tıp etiğini ele alırken, insanı ürküten deneyimler ve gözlemler aktarır gerçek hayattan [5]. Bunlardan biri, yukarıda çıtlattık, beyni olmadan, sadece beyincikle doğan bebeklerdir. Bu vakayla doğan bebekler, yüksek bir tıbbı alaka sarf edilmezse eğer doğumdan sonraki ilk bir kaç saat içinde kendiliğinden ölmektedir. Ancak eğer bu bebeklerin beyincikleri normal çalışıyorsa bu bebekler uzunca bir süre yaşayabilmektedir. Ultrason-öncesi dönemde yaklaşık iki bin bebekten birinde görülürken bu vaka, modern zamanlarda, malum nedenlerle oldukça düşük bir frekansa sahiptir artık. Zira, ultrasonda belli olabilen bu durum, kürtajla "tedavi edilebilmektedir". Singer kitabında 1992 yılında ABD'de bu şekilde doğan bir bebeğin öyküsüne yer verir. Bebek K. rumuzuyla anılan bebek, yukarıda tarif ettiğimiz şekilde, ama iyice çalışan bir beyincikle doğar. Dolayısıyla, bebek nefes alıp vermektedir ve de bebeğin kalbi atmaktadır. Fakat, beyninin çoğu olmadığı için bebeğin bir zihinsel fonksiyonu söz konusu değildir. Bebeğin bu durumundan haberdar olduğu halde, onu bilerek doğuran anne, bebeğinin solunum cihazına bağlı olarak yaşatılmasını talep eder. Uzunca bir yasal süreç ardından, bebek K., solunum cihazına bağlı olarak yaşatılır. Ancak, 2.5 yaşında, bebek K. solunum yetmezliği nedeniyle ölür. Singer bu konuya yaklaşırken, evvela, bebeğin, hak etmediği halde bir solunum cihazını işgal ettiğinin altını çizer. Eninde sonunda sınırlı sayıda olan solunum cihazının bu "faydasız" işgali, muhakkak ki, kimi diğer hasta ama iyileşebilecek bebeklerin bu cihaza erişimini engelleyerek, o bebeklerin yaşamını tehlikeye atmıştır - kim bilir belki de başka bazı bebeklerin ölümüne de neden olmuştur. Daha hissiz bir ifadeyle vurgulayalım, nasılsa ölecek bir bebek nedeniyle, yaşama döndürülebilecek başka bebekler de "feda edilmiştir". Dolayısıyla, Singer'a göre bebek K.'nın ölmesi/ölüme terk edilmesi iyidir ve ahlakı olarak da doğrudur.
 
4. Hissi Ötenazi
 
Artık yeter, uç tıbbı vakalardan daha fazla söz etmeyeceğim. Bana göre dayattığı çözüm yöntemi aşikar olan bu vakalar okuduğunuz yazının konusu değil. Bu yazıda, tıbbi olmayan, yani fizyolojik değil de psikolojik temelli olan ölme durumlarını incelemenin daha faydalı olacağını düşünüyorum. Dahası, acı çeken insanlara değil, acı veren insanlara odaklanmalıyız. Acı çeken insan, bir şekilde acısından belki kurtulabilir. Ancak, acıya sebebiyet veren için, bu o kadar da basit değildir.
 
Tüm bu durumların en dikkat çekici özelliği, ahlaki kodları belirlerken duyguların kullanıldığı gözlemidir. Sert bir duygu olan acının niceliksel değerlendirmesini yaparken rasyonel zekanın kullanılması alışıldık ve umulan bir davranıştır. Fakat eninde sonunda bir his olan acının, doğru ve yanlışı birbirinden ayırmakla mesul bir formel disipline, yani ahlaka, böylesine keskin bir şekilde girmesi, ne yalan söyleyeyim, muhasebesi zor bir konu. Zira, neyin, kime ne kadar acı vereceğini nereden bilebiliriz?
 
Göreceli ahlakçılığın tuzağına düştük gibi görünüyor. Acının, hayatın değeriyle ilişkisini ararken, acının bir parametre olarak bu değer fonksiyonuyla olan bağının belirsizliğine dayandık ve durduk.
 
Bu durumu en kestirmeden çözebilecek olan yaklaşım, odak noktamızı 'acı'dan 'yanlış'a kaydırmaktır. Acının dereceleri ve mertebeleri olabilir ve bu anlaşılır bir durumdur. Ancak, söz konusu 'yanlış' olunca mertebe söz konusu değildir.
 
Kibarlığa gerek yok; ne gevelediğinin farkında olmayanlar, bu noktada bize saldıracaklardır. Dereceli doğruluk değerlerine sahip kimi formel mantık sistemlerinden tutun da, sembolik manüplasyonun bir çok numarasına dek kimi mantıksal kurguları bize hatırlatıp diyeceklerdir ki 'aslında tek yanlış yoktur ve yanlışın da dereceleri vardır'. Hume'un sözleriyle bu tartışmayı keskince noktalayalım: "Commit it then to flames: for it can contain nothing but sophistry and illusion".. (Ateşe atın bunları, zira safsata ve yanılsamadan başka bir şey içermemektedir.) [6, çeviri benim - CB]
 
Değer felsefimizi, kah bu değeri insanların hayatlarının değerini anlamaya kah insan olmayan hayvanların yaşamlarını yorumlamaya uygulayalım, sarsılmaz bir noktaya dayandırdık: Doğruluk. Dahası, tamamıyla anlak ve usun bir ürünü olan doğru kavramıyla, ahlakı insana özgü bir yapıya büründürdük. Bookchin'in de yıllar önce değindiği gibi, aslanın 'vahşi' olmadığını, sırtlanların da 'hain' olmadığı sonucunu bu yaklaşımımızla da çıkarsayabiliriz [7].
 
Bu yaklaşımımın bir örneğini, vicdani red hareketini göz önüne alarak daha önce sunmuştum. Ahlakın var olduğu şekliyle değil de, mantıksal doğruluk kavramına us vasıtasıyla dayandırılmasının, hem politikayı berraklaştıracağını hem de eylemcilerin hareketlilik içerisinde önlerini görmede fayda sağlayacağını iddia etmiştim [8]. Şimdiki amacım, bu yöntemin, akılcı ahlaki politikadan ziyade kişisel alana uygulanabilir olduğuna işaret etmek. Değineceğimiz ilk gözlem, yaşam sevincinin ve hayat sevgisinin bir üst-ilke olarak bir çok insan davranışını gerekçelendirmede ezbere kullanılmasıdır. Haz peşinde koşmaktan akla yeterli alakayı gösteremeyen bir dimağın ürünü olduğunu düşündüğüm bu argüman, kişisel hayatın sosyopolitikayla bağını görmezden gelir. Dolayısıyla, insanların kendi varoluşlarını türlü türlü sefil bahanelerle, kendilerinin kimi zaman meydana getirdiği akıl almaz zarara rağmen, rahatlıkla gerekçelendirebilmelerinin yarattığı rahatsızlık elbette bu metnin ilk alt okumalarından biri. Benim de derinlemesine hissettiğim bu rahatsızlık, bir vicdan ya da kamusal duygulanım eksikliğinden kaynaklanmıyor bu sefer [9]. Kafamı kurcalayan, insanların öyle ya da böyle, bilinçli ya da değil, yol açtıkları zararı telafi etmede gösterdiği üşengeçlik ya da mazeretçilik. İlk etapta ortaçağdan kalan bir ahlak kitabı gibi kulağa geliyor argümanlarım, öyle değil mi?
 
Suçun ve cezanın olmadığı bir toplumsal tasarımın adaleti nasıl sağlayacağı ciddi bir sorunsaldır. Toplumsal zeminde bunun çok sarsıcı öncülerini hatırlamak hâlâ tüylerimi ürpertiyor. 1963'te Güney Vietnam'ın Budistleri tutuklamasını protesto etmek için kendini yakan Thich Quang Duc'tan tutun da çok uzun yıllardır ölüm oruçlarıyla kendi hayatlarına kıyan devrimci eylemcileri düşünmek bu minvalde, ahlaki zorunlulukların ne olduğunu hatırlatmada önemlidir. Topluma karşı olan görevlerin bu ve benzeri şekilde, kendini feda etme düzeyindeki gerektirmelerini ve motivasyonlarını anlayabiliyorum. Peki, bu gerektirmeler kişisel/ikili ilişkilere aynı keskinlikte neden yansıtılamıyor? Neden, sevgilisi tarafından aldatıldıktan sonra kendi bedensel varlığını sona erdiren insana acınırken, kendini yakan Duc, garip bir saygıyla anılıyor. Toplumsal hissiyat zemininde empatik bir ötenazi, bazen kahramanlık, bazen de fedakarlıkken, biçare aşıkların hali neden hâlâ bir acıma gerekçesi oluyor?
 
Bu sorulara, tutarlı ve inandırıcı bir yanıt vermekten uzağım. Uzun uzun konuya giriş yapmamın amacı, konunun tahrik kârlığı değil sadece. Belki Mark Twain'in dediği gibi, daha kısa yazmaya vaktim yoktu; belki de heyecanımdan dilimi tutamadım.
 
Kaynakça
 
[0] Başkent, Can: "Hayvanı Yememek - Bir Peter Singer Okuması" kaosgl.com.
[1] Hume, David: "On Suicide"
[2] Nagel, Thomas: "Death"
[3] Başkent, Can: "Ölmenin Anarşist Ahlakı", www.canbaskent.net
[4] Hardwig, John: "Dying at the Right Time: Reflections on (Un)assited Suicide", "Ethics in Practice" içinde.
[5] Singer, Peter: "Rethinking Life and Death: The Collapse of Our Traditional Ethics", Macmillan
[6] Hume, David: "İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme"
[7] Bookchin, Murray: "Özgürlüğün Ekolojisi"
[8] Başkent, Can: "Ahlakçı Serseriler", kaosgl.com
[9] Başkent, Can: "Vicdanın Politikası", www.canbaskent.net


Etiketler: insan hakları
İstihdam