21/09/2011 | Yazar: Deniz İlgin

‘İnsanları uyandırmak, şeyleri algılama biçimlerini alt üst etmek, insanları kızdırmak, kabul edilmez imgeler yaratmak lazım.’

Bugünkü “halet-i ruhiyemizi” büyük oranda 12 Eylül’e borçluyuz. Haliyle 12 Eylül’ün üstünden geçtiği travmatik ezberler ve doğmalarla müteşekkil bir topluluk haline geldik. Hizaya getirmek için yüce devletlularımız olmadık kanunlar icat etti. Kadir bilmez, halden anlamaz muktedirlerimiz ilmek ilmek işledikleri yağlı urganlarıyla bugüne kadar geldiler. Yasayı, baskıyı, zoru toplumun birimlerine kodlayıp; dini, milli ve faşizan anlayışı toplumun “hassasiyetidir” diyerek normal karşılanması gerektiği yönünde işkembeden konuştular da konuştular. Bu ne menem bir “hassasiyettir” ki sürgit ensemizde boza pişirip, farklı kültürlere, dillere, dinlere, cinsiyetlere hiç çekinmeden her türlü zoru reva görüyor hala?
 
Judit Butler, İktidarın Psişik Yaşamı adlı kitabında arkamızdan “hey” diye seslenen bir polise dönüp bakmamızın zorunluluğunu; zamanla otoritece öğretilmiş, geçmişten bugüne içselleştirdiğimiz ve artık normal kabul ettiğimiz otorite ile polisi ilişkilendirmemizden kaynaklı olduğunu belirtir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde polisin yetki sınırları düşünüldüğünde Butler’in tespiti son derece yerinde. Bu özet aslında neyi normal neyi normal dışı karşılayıp, kabul edeceğimiz üstüne de bir fikir veriyor. Bu ülkede iktidarını kendini var etme yollarından birdir süreğenleştirmek, normalleştirmek. Nitekim neyi normalleştireceklerini, neyi normal dışı olarak kabul edeceğini de iyi bilir muktedirler. Milliyetçiliği, cinsiyetçiliği, ötekileştirmeyi, militarizmi “normalleştirirken”; sivilliği, farklı dilleri, inanç biçimlerini, cinsiyet eşitliğini ise “normal dışı” kabul ederek normal ve normal dışı arasındaki diyalektik geçişe doğrudan yasalarla, kanunlarla “hassasiyettir” teraneleriyle müdahale edebiliyorlar. Misal, yakın bir dönemde ardı sıra vukuu bulan linç ayinlerini düşünelim. Bu durum huzursuz bir paradigmanın şiddeti süreğenleştirme hallerine bir örnek sadece. Yani hep o eski şarkı. “Leoparların süreğenleşen saldırıları sonucu leoparların ayinin bir parçası olma durumu”. Mesela kadına yönelik şiddete her gün bir yenisi eklenirken, şiddet salgın bir hastalık gibi yayılıyorken, televizyon dizilerinde mesele reyting almak uğruna bozuk para misali harcanıyorken toplumda şiddet üstüne oluşan algının normalleştiğinden bahsedebiliyoruz. Veya Hakan Şükür’ün methiyeler dizdiği Arda’nın; “hassasiyetleri” olan, milli duygulara haiz bir futbolcu olduğunu söyleyerek, barışı telaffuz etmiş birinin suçlu olduğuna kani olarak Arda’yı aklamaya çalışmasını da aynı minvalde değerlendirebiliriz. Örnekler çoğaltılabilinir. Tutuklu Kürt siyasilerinin Kürtçe savunma yapmaya çalışmalarına karşılık “bilinmeyen bir dilde konuştular” diye mahkeme tutanaklarına geçilmesinde olduğu gibi Kürtçenin var olduğuna, bir halk tarafından konuşulduğuna ikna olmamak, reddetmek de keza aynı normalleşme durumudur. Pek tabi zalimce, insafsızca, yok sayarak, baskı altına alarak normalleş(mey)e de biliriz.  
 
Ya Kürtler:
Görece “normal” olarak kabul ettiğimiz kimi davranış biçimleri bir süre sonra “normal dışı” kabul edilebilinir. Normalleştikçe daha saldırgan daha kıyıcı olabiliriz pekâlâ. Normal dışılık da tıpkı normalleşmek gibi zalimanece karşımıza çıkabilir. Ancak Hegel’in tarih ve tekerrürü noktasındaki kritik saptaması tam da iç içe geçmiş bu iki kavramın analizi açısından kıymete değer. Zira Hegel, bir olgu tarihte ikinci defa tekerrür ederse ne yazık ki sonuçlarına artık kimsenin şaşırmayacağı konusunda uyarır bizi. Tam da bu eksenin merkezinde bugün Türkiye’nin en önemli sorunu olarak görülen Kürt meselesi var. Hatip Dicle’nin yasalara, bürokratik engellere takılan milletvekilliği, BDP’nin meclisi boykot kararı almasının ilk nedeniydi. Ancak siyasi argümanlar ne kadar farklı olursa olsun BDP’nin “şartlar oluşmadığı” gerekçesiyle meclisi boykot etmesi, dışarıdan bir bakış altında normalleşmiş bir tutum olarak kabul edilecektir. Normalleşmek bu perspektiften bakılınca statik, kinematik enerjisini yitirmiş, pasif bir davranış şekli. Eğer “normalleşen” Kürt siyasi söylemi kendini yenilemeyecekse (Aysel Tuğluk, AKP’nin Yontma Harekâtı”, 11.09.2011, Radikal İki) “Bugün Kürt sorunu etrafında düğümlenen mücadele, Türkiye’nin yakın geleceğinin nasıl şekilleneceğiyle ilgili(dir)” olmak yerine ilerde Kürtlerin nasıl şekilleneceğinin problematiki olacaktır. Oysa bugün için “normalleşen” siyasi söylemlerin(MHP lideri Bahçeli’nin savaş için sunduğu öneriler gibi) tam aksine devletin ve siyasal iktidarın bir süre öncesine kadar Abdullah Öcalan’la yürüttüğü görüşmeler “normalin” dışında bir seyir izliyordu. Bu normal dışılık ise barışa en yakın olunan anlardan biriydi. Bu perspektifle normal dışılık bir tür “yamuk bakmak” edimiydi. Bir yerden bakılınca görülebilen, normal dışı bir bakışla kavrayabileceğimiz şey, uzak bir umut olmaktan çıkan barışın ta kendisiydi. Bu olguların işaret ettiği temel çıkarım, normal ile normal dışı arasındaki diyalektik denklemde BDP’nin daha çok yamuk bakarak, normal dışı söylemleri barış adına tahsis etmesinin zaruriyetidir. Yoksa zaten iktidarlardan yamuk bakmak gibi ayrıcalıklı bir bakış beklenemez.   
 
Picasso’nun elinden çıkmış en acı, en trajik eserlerden biriydi Guernica. İspanya iç savaşının dehşetini en iyi özetleyen ressamsa kendisiydi şüphesiz. Şöyle fısıldıyordu normal dışını yaşamın kulağına Guernica’yla; “İnsanları uyandırmak, şeyleri algılama biçimlerini alt üst etmek, insanları kızdırmak, kabul edilmez imgeler yaratmak lazım.” Hatta hiç Picasso’ya başvurmadan diyelim, öğrenecek çok şeyimiz var daha ve gelinen bu kritik eşikte normalleşmesi gereken demokrasidir, sivil yaşamlardır, şiddet karşıtlığıdır. Başka türlü bu denklemin çözümü yok.   
 

Etiketler:
İstihdam