28/03/2010 | Yazar: Hakan Ataman

"İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırları oldukça tartışmalı bir konudur.

"İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırları oldukça tartışmalı bir konudur. Bununla birlikte Kavaf’ın sarf ettiği sözler gibi “ayrımcılık” ya da “nefret” uyandıracak açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmaması gerektiği yönünde çok sayıda uluslararası belge ve karar mevcuttur."

"Ayrımcı tutum ve davranışları gösteren ve hatta bunları nefret suçuna dönüştüren bazı kişilerde psikolojik problemler görülebilir. Ancak ayrımcı tutum ve davranışları gösteren kişilerin bir bütün olarak “hasta” olarak değerlendirilmesi, her şeyden önce fazlasıyla pozitivist bir tutum gibi görünmektedir. Bu yaklaşım beraberinde sorunun toplumsal ve politik boyutunu dışlar gibi görünmekte, bazı pratik sorunlara da yol açacağından şüphelenmek için elimizde yeterli nedenler bulunmaktadır. Bunların başında, söz konusu olan ayrımcılık ve nefret suçlarını da içerecek şekilde insan hakları ihlalleri olduğunda, cezasızlık ya da ceza muafiyeti sorunudur."

Homofobi Bir Hastalık mı?
* Hakan Ataman**

SS Nazi Lideri Heinrich Himmler, 1936’da, eşcinsellik ve kürtajla mücadele için Gestapo’nun merkez ofisini kurdu. Bunun sonucunda, eşcinsel oldukları için hemen hemen 100.000 erkek tutuklandı ve bu tutukluların yaklaşık 50.000’i cezalandırıldı. Bazıları hayatlarını hapishanede tüketti, bazıları hapishaneye bir alternatif olarak zorla hadım edildi ve binlercesi Nazi toplama kamplarına gönderildi. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Toplama Kamplarında kullanılan ve toplama kamplarında tutulan kişileri sınıflandırmak amacı ile farklı semboller kullanılıyordu. Pembe üçgen eşcinseller içindi. Pembe üçgenli erkekler, gardiyanlar ve hapishanelerdeki diğer mahkûmlar tarafından sıklıkla ve özellikle şiddete maruz bırakıldılar. Bazı eşcinseller aynı zamanda tıbbi deneylerin ve onları birer heteroseksüele dönüştürmeye yönelik tasarlanan programların mağduru oldular. Tahminen yarıdan fazlası idam edildi ya da hastalık ve yetersiz beslenme nedeniyle öldü; fakat Nazi toplama kamplarından kurtulanlar için eziyetler ve aşağılamalar sona ermedi. Onlar Nazi zulmünün mağdurları olarak tanınmadılar ve tazminat talepleri reddedildi. Ne yazık ki, aradan geçen süreye rağmen hiç kimse kamplardan sağ kurtulanların maruz kaldığı bu trajik ve utanç dolu muamele için özür dilemedi. Ne yazık ki, önyargı, ayrımcılık ve ikiyüzlülük duvarı henüz kaybolmadı ve Avrupa çoğunlukla eşcinsel düşmanlarına mağdurlarından daha fazla hoşgörülü[1]. Bunun somut bir örneği, geçtiğimiz günlerde Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın, Gey, Lezbiyen, Biseksüel, Travesti ve Transseksüel (LGBTT) örgütlerinin, uzmanların, aydınların ve insan hakları savunucularının haklı tepkisini çeken, “eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir” sözleri oldu. Peki, gerçekten de öyle mi? Yani eşcinsellik bir hastalık mıdır? Tedavi mi edilmelidir?
 
Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği bir hastalık ya da duygusal bir problem değildir. Cinsel yönelim ya da toplumsal cinsiyet kimliği geçmişte önyargılar nedeniyle bilim çevreleri de dahil olmak üzere bir kimlik bozukluğu, hastalık, sapıklık gibi olumsuz ifadelerle tanımlanmıştır. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin bir hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığına karar vermişlerdir. Önce 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin DSM (Hastalıkların ve Sağlıkla İlgili Sorunların Uluslararası İstatistiksel Sınıflaması)’de sıralanan hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu (%58) tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği 2006 yılında yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren WHO üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Bu vesileyle 17 Mayıs tarihi, LGBTT bireyler tarafından uluslararası homofobi karşıtı gün olarak tahsis edilmiştir ve bu tarihte değişik etkinliklerle ele alınmaktadır. Bununla birlikte günümüzde dahi halk, politikacılar arasında ve bilim çevrelerinde cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği tartışılmaktadır. Ancak bilimsel olarak bakıldığında eşcinselliği benimsemiş ve bu kimliği ile barışık olan grupta ruhsal sorunların ya da bir kimlik bozukluğunun olduğunu bildiren bir veriye rastlanmamaktadır 1990 yılında Amerikan Psikoloji Derneği, değiştirme terapisinin işe yararlılığı konusunda hiçbir bilimsel bulgunun olmadığını, bu terapinin işe yararlılığı konusunda hiçbir bilimsel bulgunun olmadığını ve yarardan çok zarar verdiğini belirtmiştir. 1997 yılında Amerikan Psikoloji Derneği’nin Temsilciler Konseyi bu tür homofobik uygulamaların karşında olduğunu belirten bir karar almıştır.
 
O halde yazımızın başında sorduğumuz soruyu tersinden sorabiliriz: Eşcinsellik değilse, homofobi bir hastalık mıdır? Bu soruya tamamen evet ya da tamamen hayır demek şimdilik biraz zor görünüyor. Freud’un sedirine uzanıp bizden, fobi’yi açıklamasını istediğimizde, bastırılmış dürtülere karşı bir savunma olarak takıntılı anksiyeteye referansta bulunacaktır. Yunan mitolojisinde dehşet Tanrısı Phobos’tan türeyen bir fobi objektif bir gerçeklikten çok akıl dışı korku, zihnimizde bulunan bir nefret ya da hoşlanmama anlamlarına geliyor. Sonuçta ortaya bir anksiyete bozukluğu çıkıyor. Söz konusu anksiyete bozukluğunu yaşayanlar toplum içinde yaşamlarını sürdürüp, ilaçla tedavi edilebiliyorlar. Ancak bu türden tedavilerle iyileştirilmesi biraz güç görünen ve bir hastalık mı yoksa sosyal, moral ve tabii ki politik bir problem mi olduğu tartışmalı olan fobilerimiz de mevcut: Irkçılığın bir tütü olarak xenofobi (yabancı düşmanlığı); dinsel önyargılardan doğan fobiler: Yahudifobi (antisemitizm olarak da adlandırılan Yahudi düşmanlığı), İslamofobi (Müslümanlara karşı düşmanlık), Hıristiyanfobi (Hıristiyanlara karşı düşmanlık) gibi. Genel olarak ayrımcılık türleri içinde aldığımız bu türden fobileri, cinsiyetçilik, engellilere karşı ön yargılar, sınıfsal önyargılar, etnik önyargılar ve ayrıcılık gibi başka türlerle de genişletmek mümkün.
 
Özel olarak ayrı ayrı kavramlar ifade edilse de, LGBTT bireylere yönelik hoşlanmama veya nefret etme sonucunda ortaya çıkan ayrımcılığa biz homofobi diyoruz... Walden Üniversitesinden, Dr. Elaine C. Spaulding’e göre sosyo kültürel fenomenler tarafından organize edilen cinsiyetçilik, ırkçılık’dan farkılı bir şekilde homofobi psikolojik bir olay, bu psikolojik bir durum olarak da görülebilir. John Hopkins Üniversitesinden Dr. Mary H. Guindon ise daha ileri giderek kişisel özelliklerin homofobi, ırkçılık ve cinsiyetçilik yoluyla diğerleri üzerinde adaletsizce, acı veren ve hoşgörüsüz davranışlarda bulunmak için bir etken olduğunu ve bu nedenle bu tür davranışların bir hastalık, psikolojik bir problem olarak görülmesi gerektiği görüşünde. Dr. Shama B. Chaiken, Dr. Martin J. Kantor gibi uzmanlar da Guindon ile benzer bir görüşü paylaşıyorlar. Ancak öte yandan Arkansas Üniversitesi Psikoloji Departmanından Profesör Jeffrey M. Lohr, homofobinin psikopatolojik bir problem olmaktan çok sosyal ve moral bir problem olduğu görüşünde. Bu görüş, Hıristiyan lobisinden Suzanne Chamberlin gibi yazarlar ve Norman Dean Radican gibi uzmanlar tarafından da paylaşılıyor.[2]
 
Açıkçası yukarıda homofobiyi, cinsiyetçiliği, ırkçılığı ve hatta diğer ayrımcılık türlerini ve bunun ilgili tutum ve davranışları birer hastalık olarak tanımlayan görüş, söz konusu ayrımcı tutum ve davranışların bir olumsuzlamasını yansıttığı için, bana ilk etapta oldukça heyecan verici geldi. Bununla birlikte bu türden bir yaklaşımın bazı ciddi sorunları da beraberinde getirdiğini belirtmekte fayda var. Kuşkusuz ki, yukarıda kısaca ifade ettiğimiz ayrımcı tutum ve davranışları gösteren ve hatta bunları nefret suçuna dönüştüren bazı kişilerde psikolojik problemler görülebilir. Ancak ayrımcı tutum ve davranışları gösteren kişilerin bir bütün olarak “hasta” olarak değerlendirilmesi, her şeyden önce fazlasıyla pozitivist bir tutum gibi görünmektedir. Bu yaklaşım beraberinde sorunun toplumsal ve politik boyutunu dışlar gibi görünmekte, bazı pratik sorunlara da yol açacağından şüphelenmek için elimizde yeterli nedenler bulunmaktadır. Bunların başında, söz konusu olan ayrımcılık ve nefret suçlarını da içerecek şekilde insan hakları ihlalleri olduğunda, cezasızlık ya da ceza muafiyeti sorunudur. Açıkçası “şeytanın avukatlığına” soyunmuş bir hukukçunun ya da kendi görevlisini savunan üst düzey bir devlet yetkilisinin sözlerini şimdiden duyar gibiyim: “Efenim müvekkilim, bilimsel çalışmaların ve ilgili doktor raporunun da gösterdiği gibi hastadır. Kendisinin ceza ehliyeti bulunmamaktadır” ya da “Görevli memurumuz ne yazık ki hastadır, bu nedenle kurumumuz (devletimiz) bu olaydan sorumlu tutulmamalıdır, biz zaten ayrımcılığın her türlüsüne karşıyız”. Bu oldukça iyi planlanmış ancak bir o kadar da kötü retorik, özellikle de Türkiye gibi insan hakları sabıkası yüksek ülkelerin eline ciddi bir koz verecektir izlenimi yaratmaktadır. Son olarak, eşcinselliğin hastalıklar listesinden çıkartılması tek başına alınmış, saf bir bilimsel otorite kararı değildir. Söz konusu kararlar öncesi ve sonrası LGBT hareketinin oldukça ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğü ve yaklaşık yarım asırlık politik mücadelesi unutulmamalıdır. Bugün elde edilen kazanımlar söz konusu politik mücadelenin bir ürünüdür.
 
Konumuzla ilgili bir diğer mesele de, Bakan Kavaf’ın konuşmasının, ifade özgürlüğü kapsamında ele alınıp alınamayacağı sorunudur. Kısacası Bakan Kavaf’ın konuşmasını ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirebilir miyiz? Benim cevabım kesinlikle hayır olacaktır. İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırları oldukça tartışmalı bir konudur. Bununla birlikte Kavaf’ın sarf ettiği sözler gibi “ayrımcılık” ya da “nefret” uyandıracak açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmaması gerektiği yönünde çok sayıda uluslararası belge ve karar mevcuttur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları dahil olmak üzere, söz konusu belgelerde, ifadeleri kullanan kişinin konumu da oldukça önemlidir. Şurası unutulmamalıdır ki, Selma Aliye Kavaf sıradan bir kişi değil, iktidarda olan bir partinin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’dır. Söyleyeceği sözler herhangi bir kişinin söylediklerinden çok daha fazla etki yaratabilecek niteliktedir. Bu konuşmaların olumlu etkisi olabileceği gibi, hedef alınan gruba karşı toplumda var olan ön yargıları tetikleyen ve nefreti kışkırtan olumsuz etkileri de olabilmektedir. Nitekim Mazlum-Der İstanbul Şubesinin önderliğinde çok sayıda sağ kanat ve muhafazakâr görüşlü dernek ve vakfın, Bakan Kavaf’ın sözlerine destek mahiyetinde yapmış oldukları açıklama bunun somut bir örneğidir. Tabii bu türden eylemlere özellikle insan haklarını ve özgürlüklerini savunmak gibi bir misyonu üstlenmiş bir derneğin kalkışmış olması ayrı bir sorundur. Konuyu dini açıdan değerlendirerek, ilahi dinlerin eşcinselliği gayrı ahlaki ve sapkınlık olarak değerlendirdiğini belirten, söz konusu dernek vakıfların, LGBT hakaretine devletin resmi tutumundan farklı yaklaşmadığı anlaşılmaktadır. İnsan haklarına sadece araçsal olarak yaklaşan ya da bazılarının hakları vardır bazılarının yoktur şeklindeki bu tutumun, Türkiye’deki insan hakları hareketinin genel bir sorunu olduğu öteden beri tartışıla gelmiştir. Ancak hiç bu kadar bariz ifade edilmemişti. Aynı mantıkla önce LGBT derneği Lambda İstanbul’a, şimdilerde ise Siyah Pembe Üçgen’e kapatma davaları açıldığını unutmamak gerekir.
 Sonuç olarak, Homofobinin bir hastalık olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, o ya da bu şekilde bir problem olduğu ise tüm uzmanların ortak görüşüdür. Uluslararası insan hakları mekanizmalarının verdiği kararlar doğrultusunda hareket ettiğimizde ise, homofobinin aynı zamanda bir insan hakları sorunu olduğu çok açık. Günümüzde homofobik tutum ve davranışların neden olduğu ayrımcılık ve nefret suçları, beraberinde insan haklarını yaratan bütün değerlerin altını oyuyor ve içini boşaltıyor. Bu nedenledir ki, başta politik liderler olmak üzere, dini liderler de dâhil olmak üzere toplumdaki kanaat önderlerinin ve diğer tüm etkin konumdaki kişilerin öncelikle söylemelerinden özel olarak homofobiyi ve genel olarak ayrımcılığı arındırması gerekmektedir. Son olayda ise Sayın Kavaf’ın özrünü insan hakları savunucuları olarak merakla ve inatla bekliyoruz.


* Bu yazının kısa hali 21.03.2010 tarihli Radikal İki’de yayınlanmıştır.
** İnsan Hakları Savunucusu
web sitesinde mevcuttur. Son erişim 17.03.2010.
[2]Is homophobia a diagnosable psychological condition?, ProCon.org, 06.03.2010, http://borngay.procon.org/view.answers.php?questionID=001361
web sitesinde mevcuttur. Son erişim 17.03.2010.
 

Etiketler: insan hakları
nefret