16/10/2009 | Yazar: Cihan Dağ

Oturmuşum sahil kenarında. Adı kara kendi kara bir deniz… Baksan için açılmaz, ayrı kalsan yüreğin dayanmaz. Ben hırkama, biram gazeteye sarılmış.

Oturmuşum sahil kenarında. Adı kara kendi kara bir deniz… Baksan için açılmaz, ayrı kalsan yüreğin dayanmaz. Ben hırkama, biram gazeteye sarılmış. Korkunç bir rüzgâr var, yüzüm felç tutacak gibi. Gurbette ilk senem,  mavi yürekli bir çocuğu düşünüyorum. İnsan beş ayda toplasan sekiz saat anca gördüğü bir insanı sekiz asra yetecek kadar sevebilir mi? Sevebiliyormuş demek.
 
Koca sahilde bir ben varım diye düşünürken, az öteye biri oturdu. Seyrediyorum, sigarasını çıkarttı cebinden, çakmak aradı ama bulamadı. Sinirlendi, ceplerini alt üst etti ama yine de bulamadı. Sinirlenip sigarayı yere fırlattı. Kalkıp yanına gittim ve çakmak uzattım. Küfür etmişim gibi bakıyordu bana. Sonra elimden çakmağı aldı ve sigara paketini çıkardı tekrar. Az önce yere attığı sigaranın son sigarası olduğunu anlayınca cebimden sigarı paketini çıkarıp cebine koydum. Utanç ve minnet duygusu birlikte belirmişti yüzünde. Ayrıldım sonra yanından. Yavaşça uzaklaştım, arkama baktım bana bakıyordu. Ona baktığımı görünce çevirdi kafasını suçüstü yakalanmış gibi. Sonra sigarasını yaktı, dirseğini dizinin, başını avucunun üstüne koyarak içmeye başladı sigarasını. Çok zarifti, inanılmaz bir asalet akıyordu hareketlerinden. Güldüm ve devam ettim yoluma.
 
Hava ve hayat soğuk, kalbim ve nefesim sıcaktı. Cebimden kulaklık çıkardım ve kulağıma takıp müzik dinlemeye başladım. Sesi sonuna kadar açtım ve şarkıya yüksek sesle eşlik ettim. Leman Sam söylüyordu; ‘Sarılsam üşür müsünüz?’
 
Gün bitti, yol bitti, ay battı, aşk bitti çoktan…
 
Gözlerimi kapattım ve durdum. Sarhoştum, dünya ayaklarımı dolaşıyordu. Yağmur yağmaya başladı. Derken biri omzuma dokundu. Korktum ve kendimi koruma içgüdüsüyle geri dönüp yumruğumu kaldırdım havaya. Karşımda az önceki yaşlı adamı görünce şaşırdım. ‘Gel’ dedi telaşla, ‘hade ballim, ne durursun orda hala’… Islanıyordum ve çok soğuktu, garip bir güven duygusuyla peşinden gittim.
 
Otoyolun kenarında, bir üst geçidin hemen altında ufak bir barakaya girdik. İçerisi karmakarışık ve dikkat çekici şeylerle doluydu. Zeki Müren ile çekilmiş bir fotoğrafı en dikkatimi çeken şey olmuştu. Ne güzel bir yüzü varmış, uzun yaka bir ceket ve içine beyaz bir gömlek giymiş. Uzun saçlarıyla ve gözlerinde ki gülüşle Zeki Müren’i ne kadar sevdiği belliydi. Taş çatlasın yirmi yaşındaydı.
 
Resimden gözümü çekip ona baktım sonra, bir şeyler arıyordu. Bir gaz lambasıyla barakanın içi aydınlandı, dışarı sızdı eğri büğrü çakılmış tahtaların arasından sarı bir aydınlık. Yüzüne baktım, çok yaşlıydı. Eskimiş bir köy çeşmesinin ıssızlığını haykırıyor yüzü. Kim bilir ne zamandır dokunmadı yüzüne biri, teni başka bir tene ne kadardır oruç kim bilir…
 
Aslan yattığı yerden belli olur demişler. Gerçekten yattığı yer gibi ıssız, yattığı yer gibi darmadağın ve yattığı yer gibi anılarla doluydu. Bana baktı ve aradığını bulmuş gibi birden durarak eline bir hırka aldı. ‘Çıkart üstündekileri, çıkar da şunları giy…’ dedi. Islaktım, gençtim. Hatta çocuktum, ürküyordum… Soğuk ve tedirginlik bir olup titretmişlerdi bedenimi. Çıkardım üstümü, sırılsıklamdım… ‘Çıkar’ dedi hepsini. Gözlerimdeki korku sobadaki ateşin gözlerime yansımasıyla buharlaşıp gitti. Eski, kazana benzer alüminyum bir sobanın önüne koydu elbiselerimi. Çırılçıplak battaniyelere sarılmıştım, üzerimde sadece bir hırka.
Çay demledi ağır ve sakin. Suyu birkaç dakikada kaynatan bir aleti yoktu, zaten onu çalıştıracak elektriği de. Olsa da sanırım kullanmazdı. Belli ki ağır ağır demlenen ruhu, ağır ağır pişen bir çayı kendine hak görüyordu. Baraka birden sıcacık kesilmişti. Sobanın sıcaklığıyla dışım, elime tutuşturduğu çayla içim ısınıyordu. Gözlerim kapanmaya başladı bir süre sonra, mücadele ettim uyumamak için, ama ne fayda. Dalıp gitmişim. Kim bilir neler geçiyordu aklından ben yatınca. O da benim ne düşündüğümü merak ediyordu belki.
 
Aradan kaç saat geçti bilmiyorum ama hava daha aydınlanmamıştı. Beni telaşla kaldırdı. Üstümü giymem gerektiğini söyledi. Ne olduğunu sordum, gitmen gerek dedi. Hareketlerinde bir tuhaflık vardı. İçtiğim içkilerin etkisi geçmişti, başım dönmüyordu. Ağzımın içinin kuruması dışında bir iz kalmamıştı sarhoşluğumdan. Tam üstümü giyinmeye başlamışken ‘dur’ dedi. Baştan sona çıplak olan vücuduma baktı, gariptir utanmadım, sadece anlamaya çalıştım. Yaklaştı bana, omzumu tuttu ve boynumu öptü. Buz kesmiştim, düşünemiyordum bile. Soluksuz kaldığım o anda birden geri çekildi ve ‘hadi giyin üstünü ve git’ dedi.
 
Üstümü giyindim, kapıyı açıp dışarı baktım. Yağmur kesilmişti. Dönüp ona baktım, kafasıyla git diye işaret etti. Ve çıktım o barakadan. Ardıma bile bakmadım, hızlıca yürüdüm. Adını bile bilmediğim o adamı ve geçirdiğim geceyi düşünerek yurduma kadar yürüdüm. Yurdun bekçisi sabahın bu saatinde nerden geliyorsun dediğinde, şehir dışındaydım, yoldan geldim deyip içeri girdim. Yatağıma uzandığımda mavi yürekli çocuğu ve o yaşlı adamı düşünüp durdum.
 
İki gün sonra;
 
Yurdun yemekhanesinde kahvaltı yapıyordum. Nerdeyse her şeyi unutmuştum, o gecenin garip hissi kaybolup gitmişti sanki. Kahvaltı bittikten sonra TV kanallarını gezdim, ama işe yarar hiçbir şey yoktu. Televizyonun başından kalktım ve oturma salonuna gittim. Masanın üzerindeki gazeteleri alıp tek tek okumaya başladım. Karadeniz’in sesi olduğunu iddia eden bir gazetede o haberi gördüm; ‘İbne Temel öldürüldü’. Altındaki resmi görünce beynimden vurulmuşa döndüm. İki gün önce karşılaştığım o yaşlı adamdı bu. Temelmiş ismi, hem de İbne Temel! Telaşla devamını okudum, şöyle yazıyordu;
 
‘İbne Temel lakabıyla tanınan Temel K. kaldığı barakada dün sabah saatlerinde ölü bulundu. Trabzon halkının sevgisini kazanmış olan, neredeyse herkesin tanıdığı Temel K. on beş yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Gençlik yıllarında öğretmenlik yapan ve eşcinsel olduğu bilinen Temel K. 1991’de yaşadığı trafik kazasından sonra uzun süre tedavi görmüş ve akli dengesini yitirmiş. Daha sonra adam yaralama, fuhuş, silah kaçakçılığı gibi suçlardan içeri girmiş ve akli dengesi yerinde olmadığı için salıverilmiştir. Bazı kişilerin çeşitli menfaatlerle Temel K.’yi kandırıp suçlarını üstlenmesi ve hatta suç işlemesini sağladıklarını ileri sürülüyor…’
 
Haber uzayıp gidiyordu. Yutkundum, üzüldüm ve ağladım. Koşarak merkeze gittim ve meydan parkındaki ayakkabı boyayan veletlerle konuştum. Geç saatlere kadar bu sokaklarda dolanıyorlardı ve olan biteni onlardan iyi kimse bilemezdi. Sordum tüm aklıma gelenleri, resmini göstermeme bile gerek kalmadı Temel’in.
Daha yeni olduğum bu şehirde meğer Temel’i herkes tanıyormuş da benim haberim yokmuş.
 
Temel gece yarılarına kadar sokaklarda dolaşıyormuş. Siyah iri arabalar gelip Temel’i eşek sudan gelinceye kadar dövüyormuş. Belli ki bir şey için ikna ediyorlar ya da gözdağı veriyorlarmış. Çocuklar İbne Temel diye peşinden bağırıyormuş. Üstünden az kişi geçmemiş. Koca bir şehir ibneliğe olan korkusunu İbne Temel’i s.kerek yok etmiş. Her şey tam bir Karadeniz fıkrası imiş. Ama bu fıkrada Temel meğersem ibne imiş…


Etiketler: yaşam
İstihdam