29/12/2010 | Yazar: KAOS GL

Ayrımcılıkla mücadele ve bununla ilişkili olarak ifade özgürlüğü gibi konular 21.

Ayrımcılıkla mücadele ve bununla ilişkili olarak ifade özgürlüğü gibi konular 21. yüzyılın başında dünyada ve Türkiye’de öne çıkan konular arasında yer alacak. Türkiye’de Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Yasa Tasarısı da yakın bir gelecekte epeyce tartışılacak gibi görünüyor. Ayrımcılıkla mücadele ederken ifade özgürlüğünü kısıtlamamak gerekiyor. Ancak ifade özgürlüğünü savunmak adına da ayrımcılığa göz yummamak gerek. Bunun için öncelikle tüm yetişkinlerin ve çocukların yaşama hakkıyla haysiyetine saygı duymayı temel alan ve farklı grupların eşit bir şekilde yaşamasını mümkün kılan bir vatandaşlık anlayışını Anayasa’ya yansıtmak son derece önemli.
 
İfade özgürlüğü en önemli insan hakları arasında. Geçenlerde (12.12.2010) Radikal İki’de “Bugün Avrupa ülkelerinde birçok demokrat her türlü bellek ve düşünce polisliğine karşı çıkıyor ve Yahudi soykırımını inkâr etmek ya da küçümsemek de dâhil olmak üzere her düşüncenin ifade edilebilmesini savunuyor” diye yazmıştım. Bu cümlede kullandığım “demokrat” yerine “liberal” demek daha doğru olurdu. Yazı yayımlandıktan sonra okuduğumda bu cümleyi eksik buldum. Aslında hiç kimse yazının bu kısmını eleştirmedi ama ben bu cümleden yola çıkarak ifade özgürlüğü konusunda bir yazı yazmak istedim. 

Cezai yaptırımlar
Soykırımları inkâr etmek ya da abartıldığını söylemek ifade özgürlüğü kapsamında mıdır? Ayrımcılığı körükleyen nefret söylemi (örneğin, bazen televizyon programlarında yapıldığı gibi bazı grupları aşağılayıcı ve dışlayıcı ifadeler kullanmak) ifade özgürlüğü kapsamında mıdır? Günümüzde nefret sözcükleri kullananlara karşı toplumsal tepkiler verildiğini gözlemliyoruz. Peki, bu sözcükler hukuki yapı içinde cezalandırılmalı mı? Hapis cezası bu cezalardan birisi olmalı mı?

Bugün birçok Avrupa ülkesinde, “Yahudi soykırımı olmamıştır” diyen birisi her şeyden önce gülünç bir duruma düşer. Ortalıkta o kadar çok kitap, belge, anı ve Yahudilerin toplama kamplarında sistematik olarak katledildiklerine ilişkin delil var ki… Bu gerçeği inkâr edebilecek ya da abartıldığını düşünecek birisinin akıl sağlığından haklı bir şüphe duyulabilir. Avrupa’da bazı ülkelerde Yahudi soykırımını inkâr edenler için hapis cezasını da içeren cezai yaptırımlar var. Örneğin, David Irving isimli bir İngiliz tarihçi, Yahudi soykırımının abartıldığını öne sürmekten dolayı, 2005’te Avusturya’da üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir yıl hapis yattıktan sonra bir daha dönmemek üzere Avusturya dışına çıkartıldı. Irving konuşma yapmak için gittiği hemen her yerde protesto edildi. Kimilerine göre onu protesto etmek, onu dinlememeyi, kitaplarını okumamayı seçmek yeterliydi ve hapse girmesine gerek yoktu. Irving daha önce onun Yahudi soykırımını inkâr ettiğini öne süren ABD’li bir tarihçiyle de mahkemelik olmuş ve mahkeme sonucunda inkârcı olduğu tescillenmişti. Bu mahkemenin tutanakları neredeyse Nazi tarihinin ciddi bir analizini içerecek kadar kapsamlıydı. Hakim, Irving’in Yahudi karşıtı, ırkçı ve Yahudi soykırımını inkâr eden biri olduğunu ve tarihsel belgeleri kasten tahrif ettiğini ifade etmişti. 2000’de Irving’e karşı bu mahkemeyi kazanan ABD’li tarihçi Deborah Lipstadt ise, Irving 2005’te Avusturya’da hapse girdiğinde, onun hapiste olmasını yanlış bulduğunu söylemiş ve “bırakın gitsin ve herkesin kapsama alanından çıksın” demişti. 

Sınırlar nasıl belirlenir?
2008’de ise başta Eric Hobsbawm olmak üzere bir grup tarihçi özgür bir ülkede hiçbir siyasi otoritenin tarihsel gerçeği tanımlayamayacağına ve cezai uygulamalarla tarihçilerin özgürlüğüne kısıtlama getiremeyeceğine işaret eden bir açıklama yaptı ve giderek çoğalan “bellek-yasaları”na karşı tavır aldı. Benzer tartışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Ermenilere yapılanların soykırım olup olmadığı konusunda da var. Şüphesiz, Ermenilere yapılanlarla ilgili dünyadaki ve Türkiye’deki algı arasında çok büyük bir uçurum var. Türkiye’de 100 yıla yakın bir süredir egemen olan inkârcılık bellekleri epeyce hırpalamış durumda. Son yıllarda, çeşitli çeviriler, özgün sözlü tarih çalışmaları, tanıklıklara yer veren araştırmalar, edebiyat eserleri, konserler, sergiler ve anma etkinlikleri bu uçurumun aşılması için tarihsel önemde bir çaba gösteriyorlar. (Leyla Neyzi ve Hranush Kharatyan-Araqelyan’ın birlikte hazırladıkları ‘Birbirimizle Konuşmak: Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları’ başlıklı kitap bu çabaların en yenilerinden).

Bugün soykırımı kabul eden birçok tarihçi, inkâr edenlerin maddi tazminat ya da hapis gibi cezalara çarptırılmalarına karşı çıkıyor. Peki, ifade özgürlüğünün sınırlarını nasıl belirleyeceğiz? 19. yüzyıl düşünürü John Stuart Mill ifade özgürlüğünün ancak bir başkasına açıkça “zarar vermek” söz konusu olduğunda sınırlanabileceğini söyler. Burada bağlam da önemlidir. Mesela, Mill’e göre mısır tüccarlarının yoksulları aç bıraktığını yazılı bir metinde söylemenin, (mısır tüccarlarına) bir zararı yoktur. Ancak aynı cümle bir mısır tüccarının kapısı önünde toplanmış kızgın bir güruha kışkırtıcı bir şekilde haykırıldığında, o mısır tüccarının hayatını tehlikeye attığı için ifadenin sınırlanması söz konusu olabilir. Benzer bir mantıkla, tehdit, şantaj, hedef göstermeyi içeren ifadeler ya da mesela çocuklara zarar verecek ürünleri masum gösteren yalan reklamlar da sınırlandırılmalıdır.

Bazı düşünürler ise açıkça fiziksel zarar vermese de “hakaret içeren ifadelerin” de engellenebileceğini öne sürüyorlar. Salman Rushdie hakkında verilen ölüm fetvası karşısında bazı entelektüeller tam da bu nedenle yazarın ifade özgürlüğüne sahip çıkmamışlardı. Oysa ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamaları minimum düzeyde tutmayı tercih eden liberaller “bu tür hakaretler içeren bir kitabı almamayı ve okumamayı seçmek mümkün ama yazarı hukuki yapı içinde mahkûm etmek yanlış” diyorlar.

İfade özgürlüğünün sınırları tartışılırken üçüncü bir referans noktası ise ifade edilen düşüncenin toplumda eşitliğe engel olup olmadığı üzerinde yoğunlaşıyor. 1980’lerde ABD’de ifade özgürlüğü adına sokaklarda pornografik dergiler dağıtan feministler tanımıştım. Bazı feministler ise pornografinin hemen her türünün kadını nesneleştirdiği, kadınların topluma eşit olarak katılmalarını engellediği ve kadına yönelik şiddeti cesaretlendirdiği için yasaklanmasını istiyorlardı (pornografi günah ya da ahlaksız olduğu için değil kadını ikincil bir konuma ittiği için böyle düşünüyorlardı). Oysa Mill gibi düşünen liberaller ise, ufukta açık bir zarar yok ise bu tür yasaklara karşı çıkıyorlar. 

Ayrımcılık yasası
Ayrımcılıkla uzun nefesli bir mücadelenin yolu okullarda ve kamu personeli eğitiminde reformdan geçiyor. Sivil örgütlenmelerin ayrımcı dile karşı duyarlılıkları ise büyük önem taşıyor. Türkiye’de farklı kimlik grupları ayrımcı söylemler karşısında örgütlenerek ve giderek güçlenerek tepki veriyorlar. İnsanların birbirlerine karşı yaptığı ayrımcılık ile mücadelenin yanı sıra devletin vatandaşları arasında yaptığı ayrımcılıkla mücadele etmeye öncelik vermek gerek. Türkiye’de mahkemeler, beraber yaşamaya vurgu yaptığı bir yazısı yüzünden sevgili Hrant’ı mahkûm etmişlerdi; onu hedef gösterenler (yani açıkça zarar verenler) ise bugün elini kolunu sallayarak, hatta göğsünü gererek dolaşabiliyor.

Öyle görünüyor ki, ayrımcılıkla mücadele ve bununla ilişkili olarak ifade özgürlüğü gibi konular 21. yüzyılın başında dünyada ve Türkiye’de öne çıkan konular arasında yer alacak. Türkiye’de Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Yasa Tasarısı da yakın bir gelecekte epeyce tartışılacak gibi görünüyor. Ayrımcılıkla mücadele ederken ifade özgürlüğünü kısıtlamamak gerekiyor. Ancak ifade özgürlüğünü savunmak adına da ayrımcılığa göz yummamak gerek. Bunun için öncelikle tüm yetişkinlerin ve çocukların yaşama hakkıyla haysiyetine saygı duymayı temel alan ve farklı grupların eşit bir şekilde yaşamasını mümkün kılan bir vatandaşlık anlayışını Anayasa’ya yansıtmak son derece önemli.


Etiketler: insan hakları
nefret