24/02/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

İnternet yasaklarına karşı çıkanları porno lobisi olarak suçlayan iktidar yanlısı basın, asıl porno lobisinin iktidar olduğunu gözlerden kaçırmaya çalışıyor…

İnternet yasaklarına karşı çıkanları porno lobisi olarak suçlayan iktidar yanlısı basın, asıl porno lobisinin iktidar olduğunu gözlerden kaçırmaya çalışmıştı. Ama Kabataş yalanından sonra, değme porno yazarlarına taş çıkartacak bir öykü tüm çıplaklığıyla ortada duruyor, bir hard porno öyküsüyle karşı karşıyayız. İnternet sitelerinde fantezilerini birbiriyle paylaşan porno severlerin hoşuna gideceği bir metin var iktidarın elinde. Gündelik konuşmalarında iktidarın dili eril aklın cinsel fantezilerine doğru kayarken, pornonun sınırlarında geziniyordu zaten (“Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, ‘bunların gerçeği bu’ diye”; “Adli Tıp raporlarını nerenize koyacaksınız”; “Bu milletin a…’na koyacağız”). İktidar kullandığı dilde aşama kaydetmiş ve olay örgüsüyle kahramanlarıyla tam bir porno metin kaleme almıştır.

Max Weber’in tanımıyla “fiziki şiddet tekelini” elinde tutan devlet, işkence sahneleriyle pornografik öğeleri harmanladığı sadist metinlerde çok başarılı olduğunu kanıtlamıştır; ülkemizdeki cezaevlerinde ve Irak işgali sırasında Ebu Garib Cezaevi’nde yaşananlardan biliyoruz. Amerikalı askerlerin tutsak aldıkları Iraklı erkek ve kadınların üzerinde uyguladıkları bol işkenceli, sadist porno sahneleri basına yansıdığında, devlet aklı ile porno arasındaki ilişki tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı: “Yaz sıcağında demir sandalyelere zincirleniyorduk ve üzerimize idrarlarını yapıyorlardı”; “Bir tutsak mastürbasyon yapmaya zorlanıyor, bir diğerinin kafası duvardan duvara vuruluyordu”; “benim yan hücremde bir mücahidin hanımı vardı. Bu hanımı inanın tam iki ay çırılçıplak bıraktılar.” Ebu Garib’ten sağ çıkanların anlattıkları bu kadarla bitmiyor tabi. Satar Cabbar adlı Iraklı bir tutukluyu bir sandığın üzerinde, vücuduna elektrikli kablolar bağlanmış halde gösteren fotoğraf, iktidarın işkencesine maruz kalanları temsil eden, tüm zamanların ikonu olarak görsel belleğimize kazınmıştı. Bu imgeye Marc Quinn’in Arter’deki sergisinde rastladığımızda çizgisel zamanın parçalandığını ve tüm yeryüzü tarihinin bu imgede yakalandığını hissediyoruz. Batı’nın ikonolojisinde bu imge, tüm insanlar adına acı çeken ve insanları kurtarmak üzere yeryüzüne geri dönecek İsa imgesini hatırlatıyor bize. İktidarın pornografik fantezilerine, sadist işkencelerine maruz kalan, bastırılan insanlığın bir gün yeryüzüne geri döneceğine ve yeryüzünü kurtaracağına inananlardan biriyim.

Bastırılan insanlık yeryüzüne geri döndüğünde, iktidarın kendi motifleriyle döşediği zemin hızla değişecek, umutluyum. Bunun emarelerini yeryüzünün dört bir yanında görüyoruz. İktidarın özenle döşediği zemin hızla değişirken geleneksel iktidar motifleri yerini isyanın, özgürlüğün, yaratıcı ateşin renklerine bırakıyor. Ne iktidar ne de bizler bastığımız zemini güvenli hissetmiyoruz artık. Marc Quinn’in sergisinde üzerinde yürüdüğümüz jagarlı halılar dünyanın dört bir yanından isyancılarla ve isyan ateşleriyle kaplı; “Tarihin Yaratılışı” başlığını taşıyan Quinn’in halılarının üzerinde yürürken kaya gibi köklü, katı kavramlarımızın lav olup ayaklarımızın altında sıvılaştığını, tehlikeli sularda, ateşten suların üzerinde yürüdüğümüzü duyumsuyoruz. Evrenin ateşten yapıldığını unutmuş ve iktidarın katılığında donup kalmıştık. Oysa kadim zamanlarda Herakleitos evrenin ana maddesinin ateş olduğunu söylemişti bize. Evren tükenmez, canlı bir ateştir, bitip tükenmeyen bir yanma, oluş sürecidir.

Yaşamı besleyen ve çoğaltan evrenin ateşiyle, bitip tükenmek bilmeyen oluş süreciyle bütünleştiğimizde iktidarın şiddet içeren katılığı eriyecek: Güneşe dönüşmek. İngiliz ressam J. M. W. Turner görmenin bedensel bir şey olduğunu inanıyor ve doğrudan bakmak yerine evren ile aramıza aracılar yerleştirerek özne ve nesne ayrışmasını pekiştiren anlayışlara karşı çıkıyordu. Güneşe doğrudan bakmak, özne ve nesne ayrılığını iptal etmek, ateşi ve bedeni birleştirmek için tablolarında güneşi resmetmişti; ve bu güneş artık göz ile birleşmiş bir güneştir ya da göz küresinin güneşe dönüşmesidir. “Tufandan Sonraki Sabah” (1843) ya da “Güneşte Duran Melek” (1846) tablolarında güneş bedenleştirilmiş, bedene ait kılınmıştır. Kimi eleştirmenler bu güneş tablolarının birer otoportre olduğunu söylüyor, ateşten otoportreler (bkz John Crary, Gözlemcinin Teknikleri, Metis). Marc Quinn’in sergisinde de “Dünyanın Zihinle Buluştuğu Yer” tablosunda devasa bir göz küresi ile karşılaşıyoruz; sanatçı göz küresinin, görme olayının bedenleştiği yer olduğunu vurgularken, Turner’ın açtığı yoldan gidiyor; “Yıldızların Görünmediği Harita” serisinde ise göz küresi ile yerküreyi çakıştırmış. Dünyayı seyirlik bir nesne olarak değil, bedenimiz gibi ele aldığımızda yeryüzü tarihinin değişeceğini biliyoruz.
 
İktidar kendi pornografik temsillerini gerçekleştireceği bir sahne olarak tasarlıyor yeryüzünü; doğaya ve topluma durmadan tecavüz ediyor ve bizler de sadece içimiz burkularak seyrediyoruz bu sahneleri. İktidarın temsillerini seyretmek yerine yeryüzüne geri dönmeyi denesek; yeryüzüyle bütünleştiğimizde, iktidarın sadist işkencelerini kendi bedenlerimizde hissettiğimizde, bastırılan insanlığın yeryüzüne geri döneceğine inananlardanım.

Etiketler:
nefret