02/05/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

Rahmi Öğdül yazdı: Dalgalar yükselirken, despotun keyifli dehşeti ile özgürlüğün neşesi arasında seçim yapmak zorundayız.

“Hangi tabloda yer almak ya da hangi figür olmak isterim?” diye sormalıyız kendimize. Caspar D. Friedrich’in arkası dönük yücelik gösterisini seyreden figürü mü yoksa İlya Repin’in dalgaların ve özgürlüğün keyfini çıkaran neşeli bedenleri mi? Dalgalar yükselirken, despotun keyifli dehşeti ile özgürlüğün neşesi arasında seçim yapmak zorundayız.
 
İki tablo duruyor önümde; ikisi arasında yaklaşık yüzyıllık bir zaman farkı var. Biri Caspar David Friedrich’in “Sis Denizi Üzerindeki Gezgin”i (1818), diğeri ise İlya Repin’in “İşte Özgürlük!” (1903) tablosu. Her ikisi de kentli insanın yeryüzü kuvvetleriyle kurduğu farklı türden ilişkileri gösteriyor; aralarındaki zaman farkı, doğayla ya da doğanın akışkan kuvvetleriyle kurulan ilişki farkını da yansıtıyor. Rus gerçekçi ressam İlya Repin’in tablosu, modern giysilerinden kentli olduklarını anladığımız bir çifti deniz kıyısındaki kayalıkların üzerinde, dalgaların keyfini çıkarırken sunuyor bize. Dalgaların arasında uygarlık ürünü bedenler. Doğadan kendilerini ayırarak çitlerin, duvarların içine kapatmış bedenlerin yeniden yeryüzünün akışkan kuvvetleriyle buluşması. Peyzaj bahçelerinin bitkileri gibi iktidar tarafından budanarak belirli bir şekle sokulmuş bedenler, birazdan şekillerini yitirecekler, ama neşelerinden de bir şey kaybetmiyorlar. Modernliğin göstergesi olan giysileri dalgalarla sırılsıklam olduğunda akışın içinde dönüşecekler. Seyretmekten değil, akışın içinde olmaktan keyif alan, akışın içinde dönüşen neşeli bedenler.
 
Bizler seyrediyoruz sadece. Doğayı, olayları, doğal ve toplumsal peyzajları seyretmenin hazzına varıyoruz. Evlerimizin pencerelerinden, televizyon ekranlarından, otomobillerimizin camlarından akan görüntüleri, çerçeveleyerek yaşamın kesintisiz akışından kopardığımız kesitleri seyirlik nesneler haline getiren görsel yaratıklara dönüştük. Seyretmenin hazzı. Bizim prototipimizi 1818’de Caspar David Friedrich resmetmişti. Arkası dönük kentli insan bir dağın tepesinden, ayaklarının altında uzanan sis denizini seyrediyor. Kendi kudretini aşan bir gücü, yüceliği seyretmenin hazzı. Romantiklerin korunaklı bir yerden doğanın kudretli gücünü seyrederken hissettikleri bu yücelik duygusuna “keyifli dehşet” adını vermişti Edmund Burke. Eril ve aşkın bir gücü güvenli bir yerden izlemenin keyifli dehşeti. Ve karşımızda duran dehşetli görüntünün içinde benliğin erimesi. İktidarın eril ve despotik güç gösterileri de bizde aynı yücelik duygusu yaratabiliyor ve korunaklı yerlerimizden, camların arkasından şeklimiz bozulmadan bu gücü seyrederken “keyifli dehşetler” yaşayabiliyoruz. Bu güç karşısında benliklerimiz eridiğinde, koşulsuz teslim oluyoruz iktidarın dehşetine.
 
Gelelim İlya Repin’in tablosuna; toplumsal gerilimleri yansıtıyor ve iki yıl sonra patlak verecek bir devrimi haber veriyor sanki bu tablo: 1905 Rus Devrimi. Çarın baskıcı, despotik uygulamalarını izlemek ya da despotik güç karşısında “keyifli dehşeti” deneyimlemek yerine, despota karşı yükselen toplumsal dalgaların içinde olan, akışın “dehşetli keyfini”, özgürlüğün tadını çıkaran bedenler. Bugün 1 Mayıs; toplumsal dalga yükselirken, toplumsal akışı deneyimleyecek neşeli bedenler karşısında, tüm kolluk kuvvetleriyle despot iktidarın yücelik gösterisine tanık olacağız. “Hangi tabloda yer almak ya da hangi figür olmak isterim?” diye sormalıyız kendimize. Caspar D. Friedrich’in arkası dönük yücelik gösterisini seyreden figürü mü yoksa İlya Repin’in dalgaların ve özgürlüğün keyfini çıkaran neşeli bedenleri mi? Dalgalar yükselirken, despotun keyifli dehşeti ile özgürlüğün neşesi arasında seçim yapmak zorundayız. 

Etiketler:
nefret