29/08/2014 | Yazar: Mehmet Atıf Ergün

Figen hakkında yazılanların, Figen’in kendi eylemini başkalarına atfetmek yerine incinebilirlik ve narinlik olgularını vurgulaması gerekiyor olabilir mi?

Figen hakkında yazılanların, Figen’in kendi eylemini başkalarına atfetmek yerine incinebilirlik ve narinlik olgularını vurgulaması gerekiyor olabilir mi?
 
Figen’in polis elinden yaşadığı işkenceyi, Atatürk büstünü ve polis kolunu gölgelerken incinebilirliğini de sergilediği, seyreden’e de meydan okuduğu o fotoğrafı ile, hayatına son vermesini, Twitter’ın bir köşesine sıkışmış ufak, dağlayıcı bir cümleyle öğrendim. LGBTI News Turkey ile bu haberi ingilizceye çevirirkense, Halil Kandok’un Kaos GL ve Radikal’de yayınlanan yazısına rastgeldim.
 
Kandok, yazısında; “Figen durduk yerde intihar etmedi. Toplum baskısı ve devletin onu korumaması yüzünden intihar etti. Yani ölüme itildi, intihara itildi. Bu bir intihar mıdır, gizli silahla, nefret silahıyla işlenmiş bir cinayet midir?” diye soruyordu.
 
İntihar nedir?  Kim intihar eder?  Hayatın ve ölümün rastlantıya kaldığı ve şiddetin gündelik yaşamın bölünmez bir bütünlüğü olarak soluklandığı bir ülke için bu soruları cevaplamak önemli olabilir. Figen’in eylemi hakkında yazılanlara bakılırsa¹ Figen aslında kendi hayatını sonlandırmamış, öldürülmüştür. Çaresiz ve eylemsizdir, susturulmuştur, varlığı silinmiş ve toplum ondan arındırılmıştır. Hayatındaki son deneyimi, kendisini öldürenin yarattığı, şairin bahsettiği o “hayvanca korku”dur, kendi düşünceleri, kaygıları, benliği değil.
 
Oysa “kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleriyle,” omuzlarıyla miğferleri arası boş, üstelik de yakaları ve boyunları olmasına karşın ne başları ne de gözleri olmayan, ölümlerine ağlanmayan o askerler değil miydi “korktukları hem de hayvanca² korktukları belli” olanlar?  “[K]olları kollarında gamalı haç işaretleri” ile zaten Figen’in fotoğrafında görmemiş miydik onları?
 
İntihar kişinin kendisinin yaptığı bir eylem, bir tür son-direniştir. Varlıksal güç gösterisidir: “Benim hayatım benimdir, onu sonlandırmak da ancak benim yapabileceğim bir şeydir”in, yani yaşam hakkının radikal bir eyleme dökülmesidir. Saldırganın şiddetle elde etmeye çalıştığı gücünün elinden tamamen alındığı, iktidarsız bırakıldığı anlardan biridir. Bu eylemi, zaten amacı bu kişiyi silmek ve toplumdan varlıksal olarak itelemek olan birine yüklediğimizde, kullanılan dilin ve tartışmanın çerçevesini belirlemek yoluyla saldırganın kurgusuna katılmış olmuyor muyuz?
 
Aynı zamanda intihar, varolan gelenek (“hayat ve ölüm allahın işidir” vb.) ve kanunlara (örn. “kendini öldürmek” – hem cinayet hem de intihara teşebbüs suçları) karşı gelen, bunların dışına çıkmayı başaran bir eylemdir. Evet, “suç” ve“deli”liktir: “normal”in ne demek olduğunu, ne içip ne soluduğunu unutacak mıyız?  Kendi hayatını sonlandırmak, yaşam hakkını bu şekilde geri kazanmak, süregelen sistemin dışına çıkma denemesidir bir bakıma. Daha doğrusu dizgenin ve kurgunun dışına çıkmanın bilinen tek yoludur. Yaşam, ölüm ve normallik şartlarının becerilemeyişinin, bu becerilemeyişle de bu şartların toplumsal limitlerinin ve şartların saçmalığının ortaya dökülüşünün, yani kişinin tüm benliğini ortaya koyarak sergilediği bir direnişin yazıya dökülmüş halidir “intihar.” İntiharı kişinin kendisinin yaptığı bir eylem olarak tartıştığımızda bu sözlü ve yazılı kuralları tartışmaya açmakla kalmıyoruz, aynı zamanda kendi yaşamını sonlandıran bireyin, susmasını ve yok olmasını isteyenlere inat konuşmaya devam etmesine de katkıda bulunmuş oluyoruz sanırsam.
 
İntiharı cinayetmiş gibi yansıtmak, direnişçi ve aykırı söylemlerin, direndikleri kanlı ve insan-odaklı söylemlerle iç içe geçmelerine yol açar.
 
Örneğin, Kandok’un yazısındaki savlardan biri şu: “Homofobi ve transfobiye rağmen yaşayabiliyorsak, gerçekten bu büyük bir başarıdır.” Bu durumda Figen, başarısızlığa uğramıştır, yeniktir. Oysa bu savın (yani “bu kanlı atmosferde yaşanmıyor: bu atmosferi içine çekip ‘normal’ ve ‘insan’ olmaya rıza gösterenler ölü doğuyor, ölüm saçıyor” savının) akla gelmesini, yazıya dökülmesini, duyulmasını sağlayan, yazıyı ve sözü doğuran (ki bu güç tanrılara özgüdür sanırdık biz), Figen’in eylemidir (ölümü değil).
 
Dili biraz daha bükersek (ki bükülür, dildir), Kandok’un yazısının satır araları çerçevesinde, Figen kendini sessiz bırakmıştır. “Ayrımcılığa sessiz kalmak, eşcinsel ve transları öldüren bir nefret silahıdır.” Bu durumda da (her ne kadar yazar bunu demek istemese de) Figen, kendini susturarak (başka bir suç), kendini bir nefret silahına dönüştürmüştür. Figen’e saldıranlar da kendilerini değil, (yansıtma yoluyla) Figen’i bir nefret kaynağı olarak görmüyorlar mıydı?
 
Bu savları Kandok “İstisnalar kaideyi bozmaz tabii” diyerek paragraf arasına yerleştiriyor zaten. İntiharı cinayet olarak kurgulamanın tehlikesi… Eğer Figen’in varlığı bir istisna (kural dışı, öznel, eşsiz, kuralları sekteye uğratan, bozan) idiyse, bu istisnayı (sırf bir istisna olduğu için, ve şairin dediği gibi, “korktukları hem de [dehşetli] korktukları”ndan) acıtmaya ve öldürmeye çalışanların kurguladığı egemen öykü ile uzlaşmış oluyor yazarın bu savı.
 
Yürüyüşünün, oturuşunun, bakışının, görüntüsünün bile “normal olmaya çalışanlar”da korku yaratmaya yettiği, bu panik ve kaygı ile varlığının görünmez kılınmaya çalışıldığı Figen, bir cinayet sonucu öldürülmedi. Katili ne devlet ne de polisti; bu bir trans cinayeti değildi. Gündelik olarak içimize çektiğimiz bu havanın, birbirimize sunduğumuz bu atmosferin korkunçluğu ile harmanlanmaya devam etmeye direndi ve bu direnişi çerçevesinde kendi hayatını sonlandırdı. Bu eylem, cinselliklerinin, cinsiyetlerinin, normalliklerinin hadım edileceği korkusuyla nereye saldıracağını bilemeyen polislerin varlıksızlıklarının sorgulandığı bir direniş eylemiydi. Bürokrasi makinesinde çalışırken işkencelerin kendilerine dokunduğu ama bu dokunuşla yüzleşmeye cüret edemeyen insanların, yani seyreden ve geçip gidenlerin kendi varlıklarını anlamsızlaştıran bir eylemdi.
 
Yanınızdan yörenizden rastgele geçen birine bir göz atın. O kişinin insanlığı, gizil normallik takıntısı ve yaşamı artık anlamsız kılınmıştır. Sırf kendi insanlığının ve normalliğinin havasını solumayı kabul ettiği, bu da yetmezmiş gibi bu havayı solumayı istediği için ölümüne ağlanmaması gereken bir askere bakıyorsunuz. Bir başka deyişle Figen hakkında yazılanların, Figen’in kendi eylemini başkalarına atfetmek yerine, Figen’in eyleminde söz bulan ve “biz” ile “onlar” arasında arda kalan tek sağlam köprüyü, yani incinebilirlik ve narinlik olgularını vurgulaması gerekiyor olabilir mi?
 
Dipnotlar:
1. Örneğin, bkz: Diken, 25 Ağustos 2014, “Polislerce darp edilen trans aktivist Figen yaşamına son verdi; intihar değil cinayet!”, http://www.diken.com.tr/trans-aktivist-figen-yasamina-son-verdi-intihar-degil-cinayet/; Ulusal Post, 25 Ağustos 2014, “LGBTİ ötekileştirmesi yine can aldı!” http://www.ulusalpost.com/lgbti-otekilestirmesi-yine-can-aldi-23619h.htm; Mehmet Sandık, 26 Ağustos 2014, “Sen Ramazan’sın, Figen olmanı hazmedemiyorum! ” Radikal, http://blog.radikal.com.tr//lgbt/sen-ramazansin-figen-olmani-hazmedemiyorum-70511.
 
2. Şairin kendi insan merkezci hayvanlık korkusunu şimdilik bir kenara bıraksak mı?
 
Editör notu: Bu yazı ilk olarak Lambdaistanbul LGBTİ Derneği’nin websitesinde yayınlanmıştır. 

Etiketler:
nefret