27/04/2015 | Yazar: Burak Kartal

Sürekli olarak bölünme ve ikililik hali insanın kendisini merkeze almasından dolayı dünyayı ve gündelik ‘ilişki’ kurma biçimlerini hiyerarşiler içine konumlandırır.

Modern hayata içkin yaşamın ve bu yaşamın pratiklerinin dışa vurumu, hayatın pek olumlu ve herkesi kapsayan mutluluk halini, özgürlükleri veya sadece hayatın kendisini bizlere sunmaz. Bu bağ öncelikle kamusal alan ve özel alan adı altında ikiye ayrılır ve yaşamlarımızı bu ikilikler arasına sıkıştırır. Sürekli olarak bölünme ve ikililik hali insanın kendisini merkeze almasından dolayı dünyayı ve gündelik “ilişki” kurma biçimlerini hiyerarşiler içine konumlandırır. Bu yüzden içerdikleri ve dışarda bıraktıklarıyla sürekli tahakküm ilişkilerine bizleri zorlar. Aklın doğaya karşı üstünlüğü, insanın çevresini kontrol etmesine dönen pratiktir, insanın çevresini kontrol etmesi ise kendi çevresindekileri kontrol etmesi ile devam eder. Ontolojik ve rasyonel olanı “erkek” olarak tanımlayan yapı “modern” hayatın kabullerini “erkek” egemenin çıkarlarına göre düzenler.
 
Ne var ki bu “kontrol” çılgınlığına ilk itiraz, üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar arasında başlanmıştır tabi gözlerin kör olması cabası! En azından bu konudan bahsederken deneyimlerimize “yabancılaşma” halinin konuşulabilir olması ve zamanın nesnelere dönüştürülmesini anlamamıza dikkat çekmek açısından önemlidir. Bir diğer yandan da yabancılaşmanın ve metalarla çevrili hayatlarımızın negatif yöne doğru gidişatından kurtulma yolu olarak ortak sınıf mücadelesinin yapılması gerektiğinin altı çizilmektedir ve fakat bu mücadelenin tahakküm yapılarından, hayatın bölünmüşlüğünden bizi ne kadar sıyıracağı ayrı tartışma konusudur. Bu bölünmüşlük, sadece üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlarla değil, atfedilen  “cinsiyet” kimliklerinin görmezden gelinmesi ve cinsel kimliklerimize bağlı olarak deneyimleme biçimlerimizin farklılaştığını yok saymasıyla bir daha bölmektedir.  Neticede bize gösterilen bu yol bir karınca yuvası gibi sunulmaktadır ve yuvanın içerisinde gideceğimiz yol bellidir. Ama bizler bu kadar pasif ve eli kolu bağlı varlıklar mıyız?
 
Aksine feminizm bu körlüğün ve görme bozukluğunun eksik kalan yerlerini kavramsallaştırmaktadır. Örneğin tüm işçi sınıfının “erkek” olması ve mücadeleyi yapacak olanların “erkek” olması ve mücadele sonu kurtuluşa varıla bilinirse, dünyanın tüm bu tahakküm ilişkilerinden sıyrılacağı düşünülmektedir. Halbuki aynaya dönüp baktığımız zaman bizlerin (cinsiyetçiliğin üretilmesine) bu sarmalı bilinçli veya bilinçsiz olarak nasıl ürettiğimizi görmek açısından feminizme ihtiyacımız vardır. Adil olmayan hayata karşı adil olduğunu iddia edenlere inat!  
 
Toplumsal cinsiyet çalışmalarına bu bağlamda tekrar dönüldüğü zaman eleştiri üretebilir konuma gelmektedir. “Kadın” ve “erkek” olmak hayatta birbirinden farklılaşan “heteronormatif” beklentiler yüklenen toplumsal cinsiyet kategorileridir. Doğumumuzla beraber pranga şeklinde ayağımıza bağlanır ve ömrümüzün sonuna kadar hatta sonunda bile bu pranganın yükünü taşımamız beklenir. Nasıl kadın olacağımız ve nasıl erkek olacağımız bununla beraber ne olacağımız bizim dışımızda başkalarınca belirlenmiştir. Koca bir okyanusun ortasında küçücük bir sandal gibi hissetmemize neden olur bu durum. Uçsuz bucaksız bir zemin üzerinde kürek attıkça hayatta kalınabilen fakat bir dakikalığına kürek çekmekten vazgeçildiği an tepede üşüşen akbabaların ve sandalın altında bizi bekleyen türlü yırtıcıların varlığıyla tehdit edilen. Çoğu zaman sandalın altında olan yırtıcılar iktidar konumunda olanlardır ve tepedeki akbabalar ise yerinde memnun olan ve aldırış etmeyenlerdir.  
 
Toplumsallaşan ve içeriği bizlerden bağımsız oluşturulan bu kimlikler ile yaşar dururuz. Bir nevi kendi olma isteğimizle, olamama halimizin anksiyetesidir performe edilen sahne. Yabancılaşma da vardır içinde, iktidar da, kontrol de, kural da. Hayat “ev halimiz” ve “dışarısı” diye bölünmüşlük hali ile devam eder ama anlamlar yüklenmiş bu kimliklerin rolleri üstümüze yapışmıştır. Gene de çaresiz değilizdir, kendimiz olma adına bir takım yollar ararız ve bulduğumuz yerlerde kendimizi var ederiz. Bu bazen bizim saklı bahçemiz olur kaybolabildiğimiz, bazen şehrin en kalabalık sokaklarının bir tanesinde herkesin yürüyüp geçtiği zamanlarda dans etmek olur, karınca yuvasından kaçmak.
 
Aslında ev ile kurduğumuz bağ daha çok güven ve kontrollü olan yere işaret etmektedir fakat neden böyle düşünmeye itildiğimiz göz ardı edilir. Peki, ev her zaman güvenli midir? Zaten sorsak evin “reisine” cevabı hazırdır; 3, 2, 1 mikrofon benim elimde ki!
 
Rollere göre belirlenen yaşam ile kimin ne yapması gerektiği ve beklentiler dayatılır. Bu yüzden kaçmak için bize kucak açan ve kendimizi mutlu ettiğimiz mekânlara taşarız. Örneğin bir balkon ne kadar önemliyse “hayata” karışmakta, kendine ait bir odanın olması da sığınılacak limanı ifade edebilmektedir.
 
Dışarısı ise bu ilişkilerin ve kendi olma halinin iç içe karıştığı yerlerdir ki gene renksiz, somurtkan ve adının “erkek” olduğu egemen tarafından denetlenmektedir. Nerede başlayıp, nerede bittiği tartışılsa da “ortak kullandığımız” alanlar diye genelleştirilebilir.
 
Cinsel kimliğinize bağlı olarak sizin için sokakların sınırları, köşe başlarını tutanlar tarafından belirlenir. Örneğin otobüsle nereye gideceğiz veya otobüse en geç hangi saatte bineceğinize kadar bilişsel süreçlerle deneyimlersiniz ve ayrıca sokağa “erkek” veya “kadın” cinsiyetine sahip biçimde kodlanarak dâhil olursunuz. Bu yüzden beklentiler “toplumsallaşır” ve kalabalığın sessizliğine karışır. En basit “vitrinler” bile bu beklentilerden nasibini alır ve beklentilere göre şekillenir.
 
Kadın olmaya dair temsili ve ideal kadın tasvirlerinin vitrinler aracılığıyla “sahnelenmesi” çeşitli nedenlerle birlikte farklılaşsa dahi araya koyduğu ince cam ile bu sınırı kendi içinde tekrar çizer. Kadın olanı nasıl görmek istediğini fantezi dünyasından[1](öyle ki cansız mankenlere tecavüz bile edebildiği) ve soyut düşüncelerinden taşırır ve somut olarak var eder. Ayrıca “hangi” kadını, nasıl arzu ederek görmek istiyorsa tekrar bunu belirler. Seksapel, muhafazakâr ya da genç kadın, yaşlı kadın gibi sürekli tanımlar. Kadın kimliğinin özerk kişiliğinin olamayacağını ve bu yüzdende standartlaştırdığı vücutlarla veya temsillerle değersizleştirebileceği, bir yüze sahip olmaması ile özerkliğinin olmaması gerektiğine vurgu yaparcasına soğuk ve donuk bir şekilde “vitrinler”. Bu temsillerin içine sınıf, etnisite, etnik kimlik de dâhil olunca ortaya sınırsız “tüketebilme” endeksli “yaşam biçimleri” çeşitlenebilir. Paranız varsa satın alırsınız ve ne olmak isterseniz olursunuz!
 
Bir yandan da bu temsil ve değersizleştirme sadece edilgen, pasif ve nesne konumunda olanı, kadınlaştırılarak tanımlar. Malum kadın olmak, kadınsı olmak… Konuşamasa da olur, karşılık vermese de olur, sadece “kadın” olarak çizilmesi yeterlidir[2]. Modern hayatın insanı maskeyle sokağa çıkarken, sokak lambalarının altında kadınların yüzü bile görülmeye değer değilmiş gibi sunulur. Sokaktakiler olarak çoğu zaman bakılır bu sahneye ve peşi sıra kaldırımlardan yürümeye devam edilir, ne de olsa çoğu zaman izleyicisi hazırdır ve alkışlayanı çoktur!
 
Ama gene de çaresizlik hali değildir hayatın kendisi, alkışlamaya değer güzel şeylerin var olduğunu bilmek umuttur elbette ve seyirci değilizdir her zaman adil olmayana,  değişmesi için ellerimizi çırparız ve haykırırız sesimiz kısılana kadar!    

Etiketler:
İstihdam