20/01/2009 | Yazar: Can Yaman

Hepimiz zorlu dönemlerden geçiyoruz. Kimi zaman bu bizi umutsuzluğa sürüklüyor. Havalar soğuyor ve daha az ısınıyoruz. Belki karnımız daha az doyuyor. Ama bizi hayata bağlayan gene bir şeyler var.

Hepimiz zorlu dönemlerden geçiyoruz. Kimi zaman bu bizi umutsuzluğa sürüklüyor. Havalar soğuyor ve daha az ısınıyoruz. Belki karnımız daha az doyuyor. Ama bizi hayata bağlayan gene bir şeyler var. Mesela aile. Şaka şaka! Aslında niye şaka olsun ki, ağaç kavuğundan çıkmadığımızı biliyoruz. Herkesin benim gibi aile sorunları yok. O zaman niye hep bir inkâr ve ret giriyor ki gündemimize. Hâlbuki ret kelimesi, Ursula Andres’den sonra en iyi Bond kızı seçilen Mehmet Tarhanla özdeşleşmişti. Onun vicdanıyla olan sorunu, bize aksettirilmişti. Benim vicdanımsa bizimkilerle gittiğim sinema filmiyle gelişti.


Birlikte katıldığımız tüm etkinliklerde yaşanılan aksilikleri, geri sardığımız bu sinema macerası bana, beraber eğlenmememiz konusunda ikna edici tüyo verdi.

Film elbet bir Woody Allen harikasıydı. Onun filmini ilk defa sinema perdesinde izlediğim bu deneyim, bana kendi dehasına tekrar hayran kalmam konusunda yardımcı oldu. Bundan yaklaşık beş sene önce, korsan DVD’lerin ayyuka bu kadar çıkmadığı dönemlerde ki VCD çok modaydı, kült bir film arıyordum. O sırada bu VCD’lerin bulunduğu dükkâna yabancı bir çift gelmişti. Çift, heteroseksüeldi. Orta yaşlarındaydılar. Adamın gözü Allen’ın filmlerine takılınca kadın, ondan nefret ettiğini belirterek başka reyona geçmesini istemişti. Genelde heteroseksüel veya eşcinsel kadınların neden Allen filmlerini sevmediğini anlayabiliyordum. Kadınlarla bu kadar problemi olan bir adamın, onlara dair çokça film çekmesine şaşmıyordum. Onları aldatıyor. Seviyor. Ve çoğunlukla da alay ediyordu. Aslında tam bu parodinin ortasında, şaşkın ördek gibi bir oyana bir buyana koşuşturan erkeğin açmazlarını da es geçmiyordu. Onları da diğerleri gibi lime lime ediyor. Adeta eziyordu. Belki bu kadar sevilmesinde, erkek cinsini tüm içtenliğiyle iğnelemesi yatıyordu. Onu izleyenlerin rahatsızlık duyması çok doğaldı. Çünkü seksist değildi. Aksine cinsel bir devrimciydi. Bugüne dek süre gelen kadın-erkek ilişkisini anlamsız kılan, en iyi yönetmendi.

Son filminde ‘trendi’ Amerikan-Avrupa oyuncularını toplaması bu yüzden bilindikti. Bu oyunculardan biri, Javier Bardem’di. Ona eşlik eden Scarlett Johansson ve Penelope Cruz sadece perdeyi doldurmamış, oyunculuklarıyla da göz doldurmuştu. Allen’ın, filmlerinde kadın oyunculara diğer yönetmenlerden daha fazla yer vermesi, onlara iş atmasına yorulurdu. Gerçek, onların fetiş malzemesi gösterilmesinde değil, karakterlerindeydi. Tüm güzellikleri, aklı ve duruşlarındaydı. O yüzden ikna ediciydi.

Türkçe çevirisiyle Barselona Barselona, evlenme arifesinde olan bir genç kadınla, onun aklı karışık öğrenci arkadaşının Barselona seyahatini anlatıyordu. Bu seyahat sırasında karşılarına çıkan çekici ressam ve onun dahi/deli eski eşiyle geçirilen çılgın yaz tatilinin anlatıldığı film, birlikteliklerde (heteroseksüel veya eşcinsel) yaşanılan arazların ne kadar sorun yaratsa da o ilişkinin aynı zamanda bir yaratıyı da ortaya çıkardığını bizle paylaşıyordu. Ayrıca çift olarak beraber yaşayamayanlara da önerileri vardı. Birlikteliklerde alışılmışın dışına çıkmak, cinsel rolleri ve kimlikleri bir yana atıp, akışına bırakmak, bunlardan bir kaçıydı. Kendi alternatifimizi yaratmaksa elimizdeydi. Onun öncülüğünde yaşanan sınırsız beraberlikler, katkı maddesi olmayan her ürün gibi doğal ve saftı. Filmin sonlarına doğru yakışıklı ressam, eski eşi ve yeni sevgilisinin rızalı grup beraberliği, bunu anlatıyordu işte. Bir Allen filminde karşılaşacağınız tüm sürprizlere dikkat çekiliyordu gene!

Sınıfsal açmazların da işlendiği film, aslında Allen’ın sık sık eleştirdiği orta-üst sınıf Amerikan toplumuna bir göndermeydi. Zaten filmdeki güzel manzaralı yerlerin sanki bir turizm acentesi tarafından sunuluyormuşçasına içimize işlemesi, kredi kartına doymayan türdendi. O güzellikler içindeki üst sınıf açmazları, yine umutsuzdu. Kısaca insan her koşulda insandı. Tatminsiz ve mutsuzdu. Elindeki tüm güzellikleri bir anda mahvedecek kadar aciz ve beceriksizdi. Ama bu bir gerçekti. Ve her gerçek acıydı.

Sinema çıkışında annem ve babamın yüzündeki memnunsuzluk akılda kalıcıydı. Onlar için bu yaşananlar sevimsiz, hatta fazla burjuvaydı. Onlar, ‘ıssız’laşmak istiyordu. Bir yalana ortak olmayı seçen çoğumuz gibi, aldanmak istiyorlardı. Gerçekle yüzleşmenin ironik atmosferini yaşamak, kimimiz için sarhoşluk kimimiz içinse bir eziyetti. Onlar, işkence çekmeyi yeğlemişti. Bu çokeşliliğe ortak olmak istemiyorlardı. Ama her şeye rağmen güzel bir gündü. Güzel bir filmdi. Beraber mutlu olmasak da ânı paylaşmanın verdiği gerginlik, filme hiç geçmemişti. Onlar da bunu sezmişti. Çünkü hiçbir aşk hikâyesi mutlu sonla bitemezdi. Gerçek romantizm, sonlanmayan, yarım kalmış ilişkilerde saklıydı. Her fırtınalı beraberlikte olduğu gibi, gerçek aşk da eksikliğiyle birdi. Öyle olmasa ben, dünyaya gelmezdi.

Etiketler: kültür sanat
nefret