10/02/2012 | Yazar: Emre Korlu

Makyaj malzemelerimi ve şortumu elleri arasına alıp indi yataktan, yüzüme baktı. Benden bir açıklama yapmamı beklemeyecek kadar, katildi. Hiçbir şey söylemedi. Odunluğa doğru indi.

“İyi veya kötü insan diye bir şey yoktur. İnsanlar iyi veya kötü olmayı düşünceleriyle belirlerler. Neyi düşünüyorsak oyuzdur. Kişinin düşüncesi düşünün rengine boyanmıştır.”
William Shakespeare
 
Tanrı onu bağışlamayacak.
O bir çocuğu öldürdü.
Tren sesi ortalığı susturmasaydı siz de sesimi duyabilirdiniz...
 
Arnavutköy Yeşilbayır Mahallesi’nde çocuklar genellikle annelerinin elinden tutarlar. Buraya ilk taşındığımızda buna itina gösteren insanlar vardı. Benim katilim de onlardan biriydi.
10 yaşındayken bir erkek çocuğu olmaya zorlandım. Sünnet edildim. O çok mutluydu. İlerisi için kendince  planları vardı. Gideceğim okullardan, kaç yaşında evleneceğime kadar her şey bir düzene sokulmuştu.
 
Genellikle evin balkonunda oturmayı tercih ederdi ve ona göre insan yalnızca tercihlerden ibaretti. Bana renkli şeyler almaktan kaçınır, kumaş pantolonlardan başka bir seçim yapmama izin vermezdi. Transeksüel olduğu için aile içinde aforoz edilen kuzenim gibi olabilme ihtimalim onu korkuturdu. Oysa ben onu hiçbir şeyin korkutamayacağına inanmıştım. Üzerinde hardal rengi çiçek motifleri olan eteğini üzerine giyindiğin de, dışarı çıkıp bir süre geri dönmeyeceğini bilmek beni mutlu ederdi. Çocukluktu işte…
 
Evin kapısının tekrar açılmasına kadar geçen zamana özgürlük adını vermiştim. O süreç içerisinde soba borusu deliğine sakladığım makyaj malzemelerini çıkarıp ayna karşısında süslenir; dans ederdim. 5 yıl böyle geçti. Defterlerimin kapları, kitaplarımın adları, kurulan pazar yerleri, onun etekleri değişti. Değişmeyen tek şey içimde büyüyen ve herkesten saklanmak zorunda kalan o kızdı.
***
Yine aynanın karşısındaydım işte. Bu kez yatağımın üzerinde pamuklar, elimde sütyen vardı. Bir kumaş pantolonumu kesip mini şort haline getirmiş, üzerini guaj boyasıyla yaptığım şekillerle süslemiştim. İlk ve tek kıyafetim oydu.
 
Birkaç erkek dışında kimseye aşık olmadım.
İstasyon Mahallesi’nin çocukları…
Kendime yakın hissettiklerim ve inandıklarım…
Tükürük yarışı yaptıklarında komik olurlardı. Onları izledikçe oturduğum kaldırımdan gülerdim. Bu hoşlarına giderdi.
 
Bir salı sabahıydı. Bugüne çok yakın bir tarihti. Soba borusunun deliğine elimi uzattım ve avuçlarımdakilerle beni şaşkınlıkla izleyen o iki çocuğa doğru yürüdüm. Onlara beş yıldan bahsedecektim. Erkek çocuğu rolüyle devirdiğim o koca beş yıldan…
İstediği olmayınca haddimi aştığımı düşünüp beni tokatlayan ama tüm mahalle sakinlerine gülen yüzüyle bakan o kadından.
 
Yalnızlığımdan, kimliğimden… 
Evet, bir kapının kapanıp açılmasıyla sınırlı olan özgürlüğümden bahsedecektim. Bahsi geçen her şey gibi olacaktım o zaman. Bilinen olacaktım. Sır olacaktım.
Akşamdı tren sesleri beynimde bilindik bir tını hissini uyandırmaya başlamıştı. Octave Mirbeau’nun İşkenceler Bahçesi’ni okuyordum.
Anlattığım her şey İstasyon Mahallesi çocuklarının içindeydi. Anlattıklarım ağızlarından dışarıya doğru püskürttükleri tükürükler gibi olmayacaktı. Buna inanmıştım.
***
Zili çalmadan girdi içeriye. Ayakkabıları çamurluydu. Sağ ayakkabısının topuğu sallanıyordu. Kitabı okumaya devam ettim. Hiçbir şey konuşmadı. Her zamanki gibi hiçbir şey konuşmadık. Yalnızca “acıktım” dedim. Yüzüme baktı. Yağmurdan ve çamurdan ıslanmış çoraplarıyla yatağıma bastı, o karanlığa doğru uzandı.
Kitabımı okumaya devam ettim. Titreyen ellerime hakim olmaya çalışarak güçlü olmak istedim. Bir kitaba tutunmaktı bu .
 
Makyaj malzemelerimi ve şortumu elleri arasına alıp indi yataktan, yüzüme baktı. Benden bir açıklama yapmamı beklemeyecek kadar, katildi. Hiçbir şey söylemedi. Odunluğa doğru indi.
Gözlerim kitabın üzerindeki cümlelerde takılı kaldı. Ve bir süre sonra odanın kapısı gerisin geriye, yüzüme doğru açıldı. Biraz önce odunluğa inen, şimdi karşımdaydı. Elinde makyaj malzemelerim ve şortum yerine bir halatla geri dönmüştü.
 
Sonrasını merak ediyorsunuz değil mi? Sonrası beyin ölümünüz gerçekleşene kadar unutulmuyor. Yani ölüme ne kadar yakın olursanız olun, o anları hatırlıyorsunuz.
 
Ayakları çamurlu elleri bakımlı bir kadının tuttuğu halatla öldürüldüm ben. Kitap elimdeydi. Çırpındım ve sustum.
Emin olun! Unutulmuyor. O kadın benim annemdi.
 
“Her insanın aynalara göstermediği bir yüzü ve kimseye söylemediği bir hüznü vardır.”
Robin Sharma

*Hikayemin başlığı çok sevgili dostum Meriç Durgut’a aittir.

Etiketler:
İstihdam