20/05/2010 | Yazar: Halil Turhanlı

Cinsel güçler kararsız doğaya sahiptir.

Cinsel güçler kararsız doğaya sahiptir. Fakat, itaate, uyuşuma dayalı bir toplumsal düzenin tesisi için onların bu kararsız doğaları denetim altına alınmaya, denetim altında tutulmaya çalışılır. Bütünlüklü, istikrarlı kimlikler belirli bir toplumsal düzeni ayakta tutarlar. Denetim dışında kaldıklarında, kararsız doğalarını koruduklarında ise baskıya karşı koymada kaynak olabilirler. Bir başka deyişle, istikrarsız, müphem kimlikler toplumsal düzeni de tehdit eder, istikrarsızlaştırırlar. 

Halil Turhanlı yazdı.

Psikanaliz ile feminist kuram arasındaki ilişki, özellikle Freud’un cinsiyet farkına ilişkin açıklamalarından, bu açıklamaları yaparken penis kıskançlığı kavramını ortaya atmış, ödipal öncesi dönemde kız çocuğunun anneye bağlılığını arkaik bir ilişki olarak görmüş olmasından dolayı oldukça sorunludur. Bu düşünceler feminist çevrelerde haklı tepkiler uyandırmıştır. Ama Lacan , Freud’un öznelliğin doğasındaki istikrarsızlığa da vurgu yaptığını, bu vurgunun ve bilinçaltı kavramının psikanalizin radikal yönü olduğunu hatırlatır. Freud’u yeniden tartışmaya açarken onun bu radikal yönünü temel alır. Lacancı psikanaliz radikal Freud ile bu temasından dolayı feminist yazın ve avangard sanatla bağ kurabilmiştir.

Ernst Jones gibi muhafazakar Freud’cular psikanalizi kurumlaştırırken tam aksini yapmış, Freud’un kuramını radikal kılan bilinçdışını göz ardı etmiş, ben’in gelişiminin dürtülerin olgunlaşmasıyla mümkün olduğunu belirtmiş, öznenin istikrarı üzerinde durmuşlardı Keza, uyumlaştırmayı amaçlayan kişilik psikolojisi bilinçdışının denetlenmesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir. Benzer bir tutum Freud’un kültürcü okunmasında da görülür. Karen Horney’in temsil ettiği bu eğilim de kültürün kısıtlayıcılığının altını çizmiş, fakat bilinçaltına sırt çevirmiştir.

Lacan, “bilinçdışı uyumsuzdur” der; bütünlüklü kimliğin de yanılsama olduğunu belirtir. Lacan’a göre yanılsama çocukluktan başlar. Çocuğun aynadaki görüntüsü dürtülerin, benliğin parçalanmışlığını gizler. Jacqueline Rose da Lacan’ı izleyerek , Freud’un istikrarsızlığa yapmış olduğu vurguyu önemsiyor ve bu vurgudan dolayı Freud’un kurumsal olarak inşa edilmiş kadın kimliğinin dağıtılmasına, sökülmesine azımsanmayacak katkıda bulunabileceğini düşünüyor. Kadınların özgürleşme siyasetlerinde bilinçdışının bir başlangıç noktası oluşturabileceğini ileri sürüyor. (J.Rose, Görme ve Cinsellik, çev. A.D.Temiz, Metis Yayınları, 2010 )
Cinsel güçler kararsız doğaya sahiptir. Fakat, itaate, uyuşuma dayalı bir toplumsal düzenin tesisi için onların bu kararsız doğaları denetim altına alınmaya, denetim altında tutulmaya çalışılır. Bütünlüklü, istikrarlı kimlikler belirli bir toplumsal düzeni ayakta tutarlar. Denetim dışında kaldıklarında, kararsız doğalarını koruduklarında ise baskıya karşı koymada kaynak olabilirler. Bir başka deyişle, istikrarsız, müphem kimlikler toplumsal düzeni de tehdit eder, istikrarsızlaştırırlar.

Fransa’da 1968’de Maoizmi benimseyen, kültür devrimini önemseyen kimi avangart sanat çevreleri (örneğin, Tel Qel dergisi çevresi) bilinçdışını ciddiye almış, sol siyasetlere arzuların da itici güç olarak katkıda bulunduğunu kabul etmişlerdi. Ancak, Fransa’da gerçeküstücülerin avangart edebiyat ve sanat ile psikanaliz arasında daha önceden bağ kurmuş olduklarını da unutmayalım. Keza, Frankfurt Okulu’nun en radikal düşünürü Marcuse ruhsal özgürleşimi, duyularda devrimi savunurken Freud’a yaslanmıştı. Şu da var: Frankfurt Okulu faşizmin kitle desteğini, kitle kültürünü, otoriter kişiliği, bireyin kitle içinde eriyişini anlayabilmek için de Freud’a dönmüştü.

Bunların sınırlı sayıdaki örnekler, sol içindeki istisna eğilimler olduğunu hemen eklemek gerekiyor. Geleneksel sol, Ortodoks Marksist söylem cinsel kimliği uzun zaman tartışma dışında tuttu. Ancak öznelliğin politikalarını yürüten hareketler (ikinci dalga feminizm, gey ve lezbiyen hareketi) cinselliği gündeme taşıdıklarında bedenin de siyasi mesele olduğu kabul edildi..

Ortodoks Marksizm hep ekonomiyi bütün düzeylerin üzerinde tuttu, bütün pratikleri ve insan ilişkilerini üretim ilişkilerine gönderme yaparak açıklamaya çalıştı. Sol düşünceye uzun zaman egemen olan ekonomik belirlenimcilik cinsel kimlikleri ve elbette, bilinçdışını hiç dikkate almadı. Oysa özgürleşme siyasetleri salt bilinçle, sınıf bilinciyle yürütülmez. Bu soy siyasetlerde bilinçdışı ve arzular da etkili olur. Chantal Mouffe da Siyasal Üzerine kitabında liberal siyaset kuramındaki rasyonalist perspektifi eleştirirken siyasetin salt rasyonel edimlerle yapılmadığını, siyasette duyguların da rol oynadığını vurguluyor. Gerçekten, siyasetin bilinçdışından beslenen duygusal boyutu vardır; duygular, arzular, düşler da siyasete güç verir, insanları siyaseten harekete geçirirler. Bu salt kişiselin siyaseti açısından değil, kolektif kimliklerle yürütülen siyaset için de geçerlidir. Chantal Mouffe’un da belirttiği gibi, kolektif, kitlesel mücadeleyi mümkün kılan özdeşleşimin kökeninde duygusal güçler mevcut.

Devrimci, özgürleşmeci siyasetleri yürüten özne salt düşünerek değil, düşleyerek de eylemde bulunuyor ve radikal, ütopyacı siyasetler açısından düş gücü ve bilinçdışının önemini vurgulamak bu soy siyasetlerin yürütülmesinde öncü partinin gerekli olmadığı savını da beraberinde getiriyor.

O halde yeri gelmişken sorayım: 70’lerde yaşanan Fatsa deneyimi ‘halkçı belediyecilik’ anlayışının çok ötesine geçerek yoksul yöre halkının tefeci ve karaborsacılar tarafından daha da yoksullaştırılmasına, mülksüzleştirilmesine karşı mücadeleye dönüşürken ve bu mücadelede hiç de azımsanmayacak kazanımlar elde edilirken orada bir ‘modern prens’ mi vardı?
 

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret