03/02/2020 | Yazar: Can Yaman

Türkiyeli judy’lerin ve çocukluğu iğdiş edilmiş olgunların sokağa çıkmasına daha vakit vardı. Onlar, Amerikalı muadilleri gibi aynı şarkıları söylemediler ama 90’ların Türkiye’sinde, kendi dillerinde, bildikleri türküleri söylemeyi bildiler. Aynı semada ve gökkuşağının üzerinde bir yerde.

Judy’i öldürmek       Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Psikiyatristim ilaçlarımı azalttığından beri kâbuslar görüyorum. Hâlbuki uzun zamandır tedavisini gördüğüm rahatsızlığımın sonlanması gerektiğini biliyordum. İlaçlar mı beni bırakmıyor yoksa ben mi onları bilemiyorum. Başlarken direndiğim ama şimdi nerdeyse ailemin bir ferdi olan kendileri değil miydi?

Üç ay önce aynı sitede kaldığımız bir komşumuz intihar etti. Tek başına yaşayan olgun, bekâr bir kadındı. Avukatlık yapıyordu ve alkolikti. Tabi bunları site görevlisinden öğreniyorum. Yoksa komşu kelimesini kullandığıma bakmayın. Kadının yüzünü bile gördüğümden şüpheliyim. Ama gerçek olan bir şey vardı ki o da aynı ortak alanı paylaştığım bir insan hayatını sonlandırmıştı.

Daha önceleri buna benzer girişimleri olduğu söyleniyordu. Tabi ilk akla gelen maddi sorunlar vs. ama onu buna itenin ardında çok daha büyük bir nedenin olduğu belliydi. Bir oğlu vardı ve onla iletişimi kötüydü. Yalnızdı. İçimden, keşke profesyonel bir yardım alsaydı dedim kendimle alay edercesine. En azından yönlendirilebilseydi diye.  Ne de olsa günümüz büyücüleri onlardı. Dertlerin limon damlaları gibi eriyip, bulutların ardında kaldığı o düşler tarlasına varmanın en kısa yolu buydu fakat büyücüye giden yolda ilerlemek zaman alıyordu. Yazılı reçetelerin ve sayısız seansların yerini korkuluk, teneke adam ve korkak aslan aldığında, bir cadının tacize uğramak kaçınılmazdı. Hâlbuki yüreğinde biraz sevgi ve cesaretle beraber mantığın varlığı, çözümsüzlüğün de ilacıydı.

İşte gene bir Satürn döngüsünde, tam da Judy’nin ölümünün ellinci senesinde doktorum, ilaçlarımı bırakmamı, Ferdağ Abla’nın hayatı bırakmayı tercih ettiği gün teklif edecekti. Satürn büyük öğretici olduğu kadar ölümdü ve Judy bizim için bu sene bir kez daha ölecekti.

Tiffany’de Kahvaltı’nın yazarı Truman Capote, bir kitabının önsözüne, “Tanrı, insana yetenek armağan ettiğinde, kırbacını da verir. Kendini ifade etmek için bu kırbaca ihtiyacı var”, diye yazmıştı. Bu kırbacın, Nietzsche’nin kadınları görür görmez arkasına sakladığı türden olduğunu düşünmüyorum. Ama Judy ve onun gibileri motive etmek için kullanıldığı kesin.

Yetenekli bir kız olarak dünyaya gelmiş, etine dolgun, mahallemizin kızı görünümündeyken, kısa zamanda Hollywood film stüdyolarının göz bebeği olmayı bilen Judy, yeteneği doğrultusunda ilerlemeyi bilmişti. Tabi bunda annesinin rolü büyüktü. Küçük yaşta büyük oynamak, taşralı bir çocuğun işi değildi. Genç yaşta üne kavuşan insanların geçmişlerine baktığımızda bu aile figürünü görürüz. Hülya Koçyiğit’den, Türkan Şoray’a, Birtney Spears’dan Michael jackson’a dolanan bu hırs yumağının ardında, kendini tatmin etme arzusu duyan, doyurulmamış ebeveyn egoları hep vardı.

İşte Judy, bu ego cehenneminden kaçmak için vurur kendini sarı tuğlalı yola. Çocukluğundan, genç kızlığından ve nihayetinde kendinden hep ödün verir. Erken kalkmak için haplar, uyumak için haplar, kilo vermek için haplar, ayakta kalabilmek için haplar derken, hapsız ne ömür geçer ne zaman. Ta ki onda hiçbir şey kalmayıncaya dek.

Çocuk yıldızlarla ya da şöhreti erken yakalayan insanlarla camiamızın neden bu kadar çakıştığını düşününce, hiçbirimizin hak ettiği çocukluğu yaşayamadığı aklıma gelir. Çalınan yıllar o kadar boşluk yaratır ki, onun yerini ne Neverlandler, ne de rengârenk haplar dolduramaz. Gey barların ya da şehirdeki gey yaşamının bu kadar “renkli” olmasını buna bağlıyorum. Erken olgunlaşmanın bedeli, büyümeyi reddeden yaşlı bedenlerde her daim çocuk kalmayı zorunlu kılıyor.  Sanırım Judy de bunun farkında ki gey hayranlarına hiç sırt çevirmiyor. Karşılığını da ona ebedi sadık kalacak müritler bırakarak aldı ve hâlâ alıyor.

Ölümünün üzerinden elli sene geçmesine rağmen, popülerliğini ve ışıltısını kaybetmeyen bir yıldız için Judy filmi, sevenlerine ve elbet dünya çapındaki gey hayranlarına bir selam. Aslında film sadece Judy Garland’ın ikonik biyografisine övgüden çok, ibretlik yaşam hikâyesine bir ağıt. O kadar ibretlik ki, yalnızlığı, terk edilmişliği, harcanmışlığı, tükenmişliği ve kendini sonlandırmayı tasvir edişiyle adeta bir abide. Belki o yüzden Judy’nin gibi, Ferdağ Abla’nın ölümü beni bu kadar çok etkiledi. Çaresizliğine sırt çevirişimiz, insan olarak birbirimize sahip çıkamamamız o kadar evrensel ki, bazen etrafta bu kadar judy varken, yalnız olan bizler mi yoksa bizlere bunu reva görenler mi diye düşünmüyor değilim. Evet, aslında ne o ne de biz yalnızız. Yalnız olmadığı için ölümünden sonra yüreği yaralı ama hep genç kalmayı beceren binlerce hayranı, 69 Haziran’ının 28’inde sokaklara çıktı. Çünkü terk edilmişlerdi, kalpleri acı ve öfke doluydu. Ama o acı ve öfke öyle bir sevgi seline dönüşecekti ki gelecek kuşakların için bir devrim katarsisine evirilecekti.

Türkiyeli judy’lerin ve çocukluğu iğdiş edilmiş olgunların sokağa çıkmasına daha vakit vardı. Onlar, Amerikalı muadilleri gibi aynı şarkıları söylemediler ama 90’ların Türkiye’sinde, kendi dillerinde, bildikleri türküleri söylemeyi bildiler. Aynı semada ve gökkuşağının üzerinde bir yerde.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: medya, kültür sanat
İstihdam