24/05/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Bu memleketi keşke uzaktan seyredebilseydim, diyorum yorgun düştükçe.

Bu memleketi keşke uzaktan seyredebilseydim, diyorum yorgun düştükçe. O zaman eğlenceli bir seyirlik, benzersiz bir sosyolojik tespit alanı olarak tadını çıkartmak mümkün olurdu. 

Baykal’ın başına gelenler, hayır, beni tiksindirmedi. Koskoca bir toplumun çok utanmış gibi durup mahreme yönelik bu saldırı karşısında tüyleri diken diken olmuş, bir hak alanını korumaya kışkırtılması, aksine son derece gülünçtü.

Bu oyuna gelmemek de hayli zordu sonuçta. Kirli görüntüler eşliğinde böyle bir babayiğidi uğurlarken elbette ona bu oyunu oynayanları lanetlemek gerekiyordu. Her halükarda elbette röntgencinin, şantajcının, suikastçının, kundakçının karşısında durmak hayati bir görevdir.

Oysa bu topraklarda kimsenin hayatının mahremiyeti hiçbir zaman kutsal olmadı. Yukarıda saydığım meslekler her zaman itibarlı, muktedir siyaset erbabının ve daha küçük ölçekte mahallelinin spor alanlarından olageldi.

Genelkurmay’ından mahalle bakkalına, her kurum ve şahsiyet karşısındakini dinledi, dinletti, tehditler savurdu, ‘her yol mubah’çılığın kitabını yazdı. Gerektiğinde asker ve polis öncülüğünde insanların yatak odalarına girildi, ajanslarda itilip kakılan yarı çıplak insanların naklen yayınlanışı karşısında sessiz kalmayı öğrendik.

Tehdit altındaydık.
Tehdit dilinin hayatımızın bütününe yayılmış, meşruiyeti sorgulanmayan bir iletişim biçimi olduğunu biliriz.

Yetişkinliğin bu topraklardaki tanımı, tehditlerden tehdit beğenmeyi; karşındakine gerektiğince göz dağı vererek kendine usul usul bir dokunulmazlık kalkanı oluşturmayı öğrenmektir. En çok tehdit savuran, sonunda kazanacaktır. Talihi yaver giderse. Akıllı olursa. Çünkü ilk öğreneceği de kendinden güçlü, patlayıcı ya da üstünlük kurucu silahı olan, gözü dönmüş ve vicdanıyla tanışmamış olandan korkmak. Onun karşısında sinmektir. Sindikçe, sinmeyi sindirdikçe başkalarını ezmeyi öğrenirsin.
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Seni sürdürürüm” gibi klasiklerin hizmette kusuru görülenlere savrulmasına alışığız. Aile içinde, asker ocağında, işyerinde, devlet kapısında tehditlerle terbiye ediliriz. 

Siyaset alanında da paylaşılamayan özel hayatlarda da gizli çekilmiş kasetler, kasalarda zamanını bekleyen dosyalar tehdit ve şantajın hükümranlığını gösterir.
Şahsi duygum, Baykal’ı hayatımda ilk olarak sevimli bulduğumu kabul etmenin güçlüğüydü. Baykal da sevişirmiş. Ne güzel.

Bütün kariyeri boyunca halkı olmadık paranoyalara duçar etmeye çalışan tehditkar ordusunun yanında hazırolda dikildi. AKP’ye açtığı savaşın üslubuyla Erdoğan’ın gücüne güç kattı.
Seçimlerde de  askerin apoletini parlatırken oy değil, rüşvet istiyordu.

Çünkü tehdit ve şantajın kardeşleridir fidye ile rüşvet.   
Baykal, andıçlara, muhtıralara, Ergenekon’a göz yumarak, hatta sırtını onlara dayayarak şimdi düşmüş olduğu tuzağı kendi berkitmiştir. Partisini mükemmel bir faşist yapıya kavuşturarak beceriksiz bir Franco olmaya çalışmış ancak besbelli on yıllardır baskı altında tuttuklarının gücünü yeterince hesap edememiştir. Ardından el sallanamayınca da tekmeyi yemiştir.

Kendi tıynetine çok yakışır bir dille bu felaketi de kar hanesine yazmaya kalkışarak sadece gündem kirliliği yaratmış, Erdoğan’ın muhafazakarlık defterini açmasına neden olmuştur.
Beni bu arada ilgilendiren nokta, yandaş ordusuyla birlikte Erdoğan’ın hepimize din ve ahlak dersleri verme konusundaki heyecanı. Türk aile yapısına uygunluk, zinanın şusu busu, fıtrat nöbeti ve bir yığın kusmuk, AKP’nin demokrasi ve insan haklarından anladığının özeti işte.

Büyük iştahla, kadın aktörün evli olduğunun altını çizmeler, Baykal’ı utanca davet etmeler, pişkince hayatımız üstüne fetvalar savurmalar...
Kılıçdaroğlu’ndan Gandi karikatürü yaratmaya çalışanların da gürültüsü üstümüze çökünce Gelik’teki maden patlaması sonucu hayatını kaybeden 30 emekçi sessiz sedasız unutuldu. Başbakan’ın muhteşem kader anlatısıyla.

Bir memleketin başbakanı, maden kazasında ölenlerin ardından “Bu mesleğin kaderinde bu var. Mesleğe girerken de bu tür şeyler olabileceğini bilerek giriyorlar” diyebiliyor. Ardından, sanki ilk maden kazası, büyütmeyin o kadar mealinde kabadayılığını da esirgemeyerek. Utanmazlık ile pişkinlik bu toprakların sözcülerinde teamüldür.  

Kadere bak
Bu kirli gürültü, bu aceleye gelmiş maskeli balo, öyle bir hukuk kararını gözardı etmemize neden oldu ki, bu uzun girizgâhı ona bağlamak başından beri niyetim.

Şanlı hükümetimizin ve yüce hukukumuzun şanlı bir kazanımı olarak dünya hukuk tarihine geçecek bir karar, söz konusu ettiğim.
İş kazalarında Avrupa birincisi olan ülkemizin başbakanını şu kadar utandıracağını sanmam ama kanımca çok tehlikeli bir yol açılıyor.

Bu davayı zamanında duyurmuştuk. Sonucu yeni ulaştı. İşte haber:
Batman’ın Gercüş ilçe merkezinde 16 Temmuz 2006’da devriye görevi yapan polis panzerine PKK’lı Nebihe Altun ile Mesut Erbey tarafından açılan ateşte, Özel Harekat Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru Erkan Serdar Salar şehit olmuştu. İki PKK’lı da çıkan çatışmada öldürülmüştü.
Olayın ardından şehit polis Salar’ın ailesine Emniyet Genel Müdürlüğü Nakdi Tazminat Komisyonu tarafından 41 bin 544 TL tazminat ödendi.

İçişleri Bakanlığı, idarelerinin yapılan ödemeler nedeniyle zarara uğramasına haksız eylemleriyle neden olan ölen Nebihe Altun’un Batman’ın Gercüş ilçesinin Başova köyünde oturan babası Siraç Altun ile annesi Zine Altun;  Mesut Erbey’in de Mersin’de yaşayan babası Abdurrahman Erbey ile annesi Meryem Erbey’den, şehit polise ödenen tazminatın yasal faiziyle birlikte alınabilmesi için Batman 2’nci Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 2008 yılında dava açmıştı.

2009 yılının Eylül ayında davayı karara bağlayan mahkeme, iki PKK’lının ailesini müşterek ödemeleri üzere toplam 49 bin 500 TL para cezasına çarptırdı. Davanın karara bağlanmasından sonra PKK’lı Nebihe Altun’un Gercüş’te yaşayan babası Siraç Altun ile Mersin’de yaşayan PKK’lı Mesur Erbey’in babası Abdurrahman Erbey’e Batman Defterdarlığı tarafından 3 ay önce bir yazı gönderilerek, mahkemenin kararıyla mahkûm oldukları tazminat bedelini ödemeleri istendi.

Çatışmada ölen PKK’lı Nebihe Altun’un babası Siraç Altun, parayı ödeyecek gücü olmadığını söyledi. Altun, “Çocuğuma nasıl üzüldüysem, çatışmada şehit olan polis memuruna da aynı şekilde üzülmüştüm. Aynı olayda kızımla birlikte ölen örgüt üyesi gencin ailesinden de tazminat istenmiş. Biz kimden tazminat talep edeceğiz? Hem de bu tazminatı 15 gün içinde yatırmamız talep ediliyor. Ne yapacağımızı şaşırdık” dedi.

Mükemmel, değil mi?
Kürt oldukları için, Bakanlığın, Askerin, Polisin gözünde düşman oldukları için,  öldürülmüş çocuklarının cürümünü ödemeleri bekleniyor. Savaşta kaybeden devletlerin yaptığı gibi.
Bunun nasıl bir hukuk mantığı olduğunu birileri çıkıp bize açıklamayacak elbet. Bu mantığı fevkalade bulanlar da az değildir mutlaka.

Kemalettin Tuğcu diliyle yazılmış acıklı bir metinle sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, bu memlekette bir Kürt meselesi olduğundan tamamıyla habersiz gibiydi. Şimdi yanı başında Canan Arıtman ve gibileriyle nasıl bir memleket düşündüğünü bilemiyoruz. Ama değerli Arıtman değil miydi, taş atan çocukların ana babalarının hapislerde çürütülmesi için fetva veren?

Bu, aşiret mantığıdır. Başbakan’ın kader anlatısında mutlaka bir yeri vardır. Oranın insanının kaderidir. Kan davalarında telef olmak.  Yüce Türk adaletine de böylesi yakışmaz mı? Stilize kan davası.

İçişleri Bakanlığı, iki yoksul Kürt ailesinden savaş tazminatı istiyor. Üstelik ölmüş çocuklarının ardından. Açılımın böylesi bu memleketi nereye götürür bilemiyorum, ama bu konuda birilerinin çıkıp şu şahane muhafazakarlara sorması gerek: Kardeşim siz neyi muhafaza etmek istiyorsunuz? Haydi vicdan yataklarınız çoktan kurumuş da bütün tartılarınız da mı şaşırdı? 


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam