21/09/2015 | Yazar: Orhan Yeter

Melankolik ve biraz da tedirgin bir ‘Serçe’nin yaşamla ve yaşananlarla uzlaşmayı reddeden o asi duruşu, nasıl da efsunluydu.

“Düşlerde Napolyon'dan daha fazlasını kazandım.

Varsayımsal göğsümde İsa'dan daha çok insan

soyunu sımsıkı kucakladım.

Hiçbir Kant'ın yazmadığı felsefeler tasarladım gizlice.”

Yaşam sularının buza kestiği bir yer, hayat ile ölüm arasında sıkışmışlık hali, tekinsiz bir araf; ve bitimsiz bir iç sıkıntısıyla yüzeye vuran o tarifsiz acı. Bazı gidişleri kelimelere dökmek çok zordur. “Gidiş” ile “Bitiş”in arasındaki o keskin ayrımın farkında olsanız da, gerçekliğin kendine ait bir duvarı var; ve siz, o duvara çarptıkça, kabuk bağlamış yaralar kanamaya başlıyor. Çelişkili düşünceler ve ruh hali... Yaşamın karanlık ekolojisine uyum sağlamaya çalıştıkça, kendi gerçekliğiniz bile bir “sır” oluyor. İçinde binbir kehaneti barındıran bir “sır” ve bu “sır”, bir kunduz gibi içinizi kemiriyor; canınızı acıtıyor.

Samanyolu galaksisinde bir gezegen havaya uçtu ve saçtığı gama ışınlarıyla dünyanın tamamına yakınını buzul çağına geri götürdü. Gözyaşların donduğu ve duyguların hareket etmediği bir dünya. Odasında yazgısız bir kedinin dolaştığı yirmi yedi yaşındaki bir filozof, bu gama ışınlarından hiç etkilenmedi. Buzdan ve kirden şehirler inşa edenler, kirli ellerini kendi karınlarından içeri sokarak, tamamen kokuşmuş bir şey çıkardılar. Bir ciğer. Kedi, ciğeri yemeyi reddetti. Her ne kadar “yazgısız” olsa da, gönüllü olarak bu filozofa “yazgılıydı” o.

Sonra zehirli oklar ve yaralar evreninde kanayıp duran bir yürek

Dil

Göz...

Bu yaralar, giderek daha da incelikli bir filozofa çeviriyordu o'nu. Aziz Sebastiane gibi, oklar yağıyordu üstüne, ama onu öldüremiyorlardı; çünkü hiçbir güç, incelikli bir filozofu öldüremez. Tıpkı Aziz Sebastiane gibi boyun eğmeyen sapkın bir melek; derinden gelen enerjisi atomu bile parçalayabilirdi.

Nadiren de olsa, hayatta güzel insanlarla karşılaşırsınız. O güzel insanlardan birini bulduğunuzda, kendinizi aramayı bırakırsınız. Ama genelde güzel insanların hayatla sözleşmeleri kısa olur. Sonra onlar göçmeye karar verirler ve siz ağlarsınız. Ağlamanın işe yaramadığını fark edersiniz. İnsanlar size, “zaman” derler; ama “zaman”, gidenleri geri getirmiyor. Ya da, “hayat devam ediyor” derler. Geriye kalan yıpranmış sinirler, kaygı, bulantı, yargıda eşitsizlik, huzursuzluk, titreme, terleme, seyirme...ise hayat nasıl devam ediyor? Sonra, sonsuzluğa sabitlenmiş bir bakış: Katatoni...

Başkalarından başkaydı, Mert. O'nu ilk gördüğümde, bir imgenin içinden geçmiştim ve derinlerde bir yerlerde, artık pek çok insanda var olmayan o güzellik, berraklık ve iyilik kristallerine dokunmuştum. İçinde kopan fırtınaların ve münzevi sükunetin zıtlıklarla dolu çoşkun birleşmesini yakalamış birine bakıyordum. Sokağın fotoğrafını seyre dalmış ve onun sesine kulak kabartmış kadife bir filozof, mayıs şarkıları söyleyen ezoterik bir guru ve tedirgin bir flaneur. Nasıl güçlü bir toplam ve nasıl yürek burkan bir resmigeçit. Bir “merhaba”dan önce, bir süre izledim o'nu. Melankolik ve biraz da tedirgin bir “Serçe”nin yaşamla ve yaşananlarla uzlaşmayı reddeden o asi duruşu, nasıl da efsunluydu. Kapalı mekanı reddetmese de, en çok sokağı seviyordu, Mert. Zaten, o'nu flaneur olarak tanımlıyor oluşumun nedeni de, “sokağın sesine” derinden bağlı olmasıydı. Poe'nin tanımladığı biçimiyle, flaneur, her şeyden önce kendi içinde bulunduğu toplumda tedirgin hisseden biridir. Bundan ötürü kalabalığı arar ve onun içinde saklanmayı tercih eder. Tedirginliğini ancak bu şekilde dengeleyebilir çünkü. Serçe tedirginliği.

Mert'le tanışıklığımız, çok kısa bir zaman aralığına sığdı. Ama bu kısacık zaman aralığında bile Mert, benim için tam bir yol gösterici, zihnimi zenginleştirici ve gittikçe kavrayıcı bir “güzellik” imgesine dönüşmüştü. Sevgili Lale Müldür, ne de güzel anlatmış böylesi zamanları...

“Bazen ama bir insanla bir şey olur.

Kısa süren bir şey.

İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi.

Bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz.”

Herkesin acıyla baş etme şekli farklıdır. Gidişini öğrendiğim günün ertesi, en güzel Hedy Lamarr'ımı yapmıştım. Siyah oje, bigudiler ve payetli elbise...Tam da erkeklik mitolojisinin çatladığı bir yerde duruyordum ve boyun eğmeyen muhalif inceliğine selam yollayarak uğurluyordum Mert'i.

Çok fazla ortak noktamız vardı; ama bunları uzun uzadıya konuşacak zamanı yaratamadık pek. O'nu kendi soğuk yalazımdan korumaya çalışırken, her defasında gurur duvarları inşa ediyor ve onlara çarparak, ikimizi de yaralıyordum, belki de. Şimdi ise, söyleyemediklerim yaralıyor en çok...

En sevdiği filozof Spinoza idi, Hegel'i de önemserdi. Günün birinde o'na, “Mert, sen iflah olmaz bir marksistsin aslında” diyecektim. Reddeder miydi? Belki “evet, belki “hayır”; ama o bir şeyleri anlatırken, ona karşı çıkmak, onun düşüncelerini olumsuzlamak o kadar zordur ki; böyle bir şeye yeltenirseniz, sanki su içmekte olan bir kumruyu ürkütüyormuş hissine kapılırsınız. Ama yine de karşı çıksaydı, cevabım hazırdı: “Marx, Spinoza okumuş bir Hegel'dir.” Sonra kahkahalar.

Senin gibi incelikli insanların yok olacağına inanmıyorum, Mert. Hiçlikte bile kendine bir varlık alanı yaratabilecek o nadir seçilmişlerdensin sen. Günün birinde, seninle bir yerlerde yine karşılaşacağız ve tartışma imkanı bulamadığımız tüm o “boktan şeyleri” tartışacağımıza inanmak istiyorum. Ve bu sefer, söyleyemediklerimi söyleyeceğim sana. Mesela, seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyeceğim. Tek korkum şu ki, ulaşabildiğin yere varabilecek miyim!? O güzellikler diyarını, senin gibi keşfedebilecek inceliğe sahip olabilecek miyim!? Dedim ya, kendimle çelişiyorum son zamanlarda.

Nerede olduğunu kestirebiliyorum. Yolumu bulmak için bana yardım edeceğini de biliyorum...Kushner'ın, şu çirkef ama zeki “negro”sunun betimlediği o cennettesin, değil mi? Büyük bir şehirde... Etraf yabani otlarla kaplanmış, ama çiçek açan otlar da var... Her köşe başında mahvolmuş bir güruh, yeni ve namussuz bir şey onların yanında uzanıyor... Binaların pencereleri yok, kırık dişler gibi...Kum fırtınası ve gri, engin gök yüzü kuzgunlarla dolu...Ve peygamber kuşları...Çöp yığınları var, ama işlenmiş yakut ve volkanik taşlardan oluşmuş...Ve elmas renkli inekler, rüzgara flama tükürüyorlar...Ve seçmen kabinleri...Ve Balenciaga tuvaletleri giymiş herkes kızıl demetler takmış...Müzik ve ışıkla dolu büyük dans sarayları, ırksal kirlilik ve cinsiyet karmaşası...Ve bütün tanrılar melez...Nehir, havzaları kadar kahverengi...Irklar, uyum ve tarih nihayet kazanmış...Ve orada, bu dünyada canımızı acıtan hiç kimse yok...Ve oraya varabilirsem, yaralarımızdan tanıyacağız birbirimizi, bir daha asla kimsenin kanatamayacağı o yaralardan. Seni seviyorum, çok!...


Etiketler:
nefret