11/06/2015 | Yazar: Hande Öğüt

Romantik dostluklardan lezbiyen feminizme kadınlar arası tutku, aşk ve cinsellik

Romantik dostluklardan lezbiyen feminizme kadınlar arası tutku, aşk ve cinsellik
 
Birinin aşk verdiğinin, diğerinin de aldığının varsayıldığı patriyarkal kültürde aşk kavramı, sahip olma kavramıyla, egemenlik kurma ve itaat etme paradigmalarıyla bağlantılıdır.
 
Erotikleştirilmiş hâkimiyetin ve haz duymanın eril; erotikleştirilmiş itaatin ve haz vermenin dişil özellikleri tanımladığı toplumsal cinsiyet ve cinsellik düzleminde  “romantik aşk” denen şey, tasarlandığı kadar masum, lirik, cinsiyetsiz ve eşitlikçi olmamıştır asla. Cinsel sınıflı sistemde yozlaşarak hastalıklı bir tutkuya dönüşmekle kalmayıp kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin meşru gerekçesi olabilen romantik aşkın Batı metafiziğindeki kavramsallaştırılmasına baktığımızda kökeninde “efendi-köle diyalektiği”nin yatmakta olduğunu görürüz. Kadını dışlayan, kadının köleleşmesini ve nesneleşmesini gerekseyen eril bir temel üzerine kurulmuş ve buna rağmen kadının işbirliği ve uyumuyla sağlamlaşmış bu kurgu üstelik çok eski bir geçmişe sahiptir.
 
Kadının bağımlı olma halinin kadın için bir “yanlış bilinç” olduğunu; bağımsızlığı aşkta, annelikte, erkeğe rehberlikte arayan kadının, bu alanların temel bağımlılık ilişkisini beslemesinden dolayı özgürleşmek bir yana iyice tutsaklaştığını Beauvoir’dan bu yana biliyoruz.[1] Varlığı sevdiği erkekle doğrulanan, tüm amacı onunla ve onun için tamamlanmak, aşkının öznesiyle özdeşleşmek olan ve bu aşkın doruğundaki yüce erkek tarafından evlilik ile ödüllendirilen kadın, evet, “yanlış bir bilince” sahiptir. Ancak sorun yalnızca kadının kültürel olarak ezilmişliği değildir. Hayatı boyunca erkeklere âşık olan, bireysel koşullarının avantajıyla bu aşkları “özgürce” yaşama ve yazma imkânına sahip Beauvoir, kadınlar arası yapısal, politik, etnik ve sınıfsal farkları görmezden gelirken çözümlemelerinde aşkı, erotizmi, özerk bir durum olarak değil, daima erkek arzusu aracılığıyla ve tüm kadınların heteroseksüel olduğu ön kabulüyle ele almıştır. Oysa bütün kadınlar erkeklere âşık olmaz -Germaine Greer, Adrienne Rich, Anja Meulenbelt gibi- onlarla sevişseler bile…
 
Aşk kavramını feminist kuram ve pratik için politize etmek ve alternatifler üretmek istiyorsak, bu analizleri heteropatriyarkal sistemi norm alarak yapmakla yetinemez, kadınlar arası aşkın, kadın özgürlüğüyle birleştiğinde heteroseksüelliği devirebileceği fikrini, lezbiyen öznelliğin patriyarkal romantik aşkın ve cinselliğin içsel ve dışsal dinamiklerinin dışında kalabilme imkânını ve kazanımlarını göz ardı edemeyiz.
 
Bu yazıda, 18. yüzyılın romantik dostluklarından lezbiyen feminizme dek erkek aşkının ötesindeki aşk kavramını, aşındırma politikalarını feminist edebiyat ve eleştiri alanındaki yansımalarıyla birlikte ele almak istiyorum.
 
18. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da kadınlar arası aşk için “romantik dostluk” deyimi kullanılıyordu. Her yönden soylu ve iffetli bir ilişkiyi niteleyen bu aşklarda cinsellik, bedensel haz ve tutku ön planda değildi. Kadınlar arası aşkın, ruhu iyileştirici, sevebilme yeteneği aracılığıyla insanı duyarlı ve ince bir doğaya kavuşturan imkânları olduğuna inanılıyordu. “Hayatın ve aklın gizlerinin kapısını açabilmenin anahtarı” olarak görülen romantik dostluk, kadınların oy hakkı mücadelesine, zihinsel ve ruhsal gelişimlerine katkıda bulunurken[2], bir başka kadına duyulan aşk, yüce sevgi, hayranlık ve bağlılık, feminist literatüre yüzlerce günlük, anı, otobiyografi, şiir, roman kazandırdı. Kadınlar arası aşkı ve tutkuyu örtük ve muğlak ifadelerle, imgeler ve metaforlar yardımıyla -eril edebiyat alanında var olabilmek için hep yapageldikleri gibi- çeşitli ihlal stratejileri ve taktiklerle dile getirdi dönemin kadın yazarları. Christina Rosetti, 1860’larda yazdığı “Goblin Market”te bir kadına duyduğu aşkı süsleyerek, gizleyerek tasvir etmiş; tinsel bir aşkı olumlayan, kutlayan bir dil kullanmıştır. Ürkek, hassas, “kadınsı” bir dil değil; radikal bir dildir ancak bu. Doğa tasvirlerinin, lirik ve romantik esinlerin ardında tüm gizemiyle ışıldar lezbiyen erotik aşk.
 
Kadınlara olan tutkusunu şiirlerinde, dönemin şairlerinde sıkça görülen lirik ve romantik ifadelerle ama gizli imalarla itiraf eden Amerika’nın ilk feministlerinden Margaret Fuller da kadınlar arası romantik aşkı, bayağı içgüdülerle lekelenmemiş bir aşk olarak tanımlar. Fuller’a göre eşcinsel aşkları da düzenleyen egemen yasayı, yalnızca kadınlar arasındaki aşk ihlal edebilir. Heteroseksüel aşkın kadını nesneleştiren yönlerinden ve eril cinsel iktidardan arındırılmış olan bu aşk, yalnızca cinsel birliktelik değil, kendi içinde geçerli tümel bir yaşam tarzıdır. Dönemin kadınları için bir rol-modeli oldu Fuller. Diğer kadınlarla aşk ilişkilerinden Fuller’ın elde ettikleri şeyleri beklemeyi öğrenen kadınlar, hem tutku hem de ruhsal açıdan gelişmeyi arzuladılar. George Eliot (Mary Anne Evans) için yazar ve reformcu Edith Simcox ile tutkulu ilişkisi, yalnızca duygusal ve yüceltici değil; bedensel ve entelektüel olarak uyarıcı, hatta varlığının temel nedeniydi. George Sand (Aurore Armandine Lucile Dupin), kadınlardan tensel olarak hoşlanmak bir yana, ruhsal ve kültürel paylaşımı romantik dostluk ilişkilerinde buluyordu. Kadınlara karşı duyduğu derin ve sonsuz aşkı her fırsatta cesurca dile getiren, feminist bilinçle yazan ilk Amerikalı romancı Charlotte Perkins Gilman’ın kültürel feminist kurama ve eleştiriye en büyük katkısı, aileyi ataerkil yapının ekonomik birimi olarak formüle etmesidir. 1915’te kaleme aldığı, anaerkil ütopya türünün ilk örneği Kadınlar Ülkesi (Herland), Amazon’un dağlık bölgelerinde gizlenmiş; erkeklerin olmadığı, sınıfsız bir kadınlar toplumunu anlatır. İşbirliği, barış ve özgürlük içinde yaşanan bu ülkede rekabet, cinsiyet ayrımcılığı, cinsiyet temelli iş bölümü, yoksulluk, savaş, dış düşmanlar, iktidar, kadınsı masumiyet, romantik aşk gibi kavramlar yoktur. Toprağa, doğaya bağlı, saygılı kadınlardan oluşmuş bir cemaat düşüncesi üzerine kurgulanan roman, hegemonik heteroseksüel ideolojiden kopuşu ve yaşanan değişimin sınırlarını dikkat çekici biçimde belgeler. Ancak lezbiyen aşk ve cinselliğe neredeyse hiç yer yoktur.
 
Doğa imgeleriyle yüklü şiirleri ve lezbiyen aşkı araştırdığı romanlarıyla deneysel lezbiyen edebiyatın öncüsü H.D. (Hilda Doolittle) ise neredeyse tümü otobiyografik olan eserlerinde cinsel bir alt metin kurarken kendi lezbiyenlik hikâyesini farklı kadın kahramanlara paylaştırmış; böylelikle 20. yüzyıl erken dönem lezbiyen öznelliğinin karmaşıklıklarını temsil etmeyi amaçlamıştır.[3] Lezbiyen bağlılık ve aşk ilişkisini ayrıntısıyla betimleyen Paint it Today (1921), Asphodel (1922) ve HERmione (1927) adlıromanlarında sırayla Midget, Her ve Hermione Gart olarak okurun karşısına çıkar H.D. Ancak 80’lerde yayımlanabilen bu üçlemenin sonunda Hermione, nişanlısından ayrılıp onun eril anlam dünyasını reddederek kendi dişil öznelliğini, arzularını, kadın sevgilisine duyduğu tutkuyu ifade edebilmesini sağlayacak yeni bir dil aramaya başlamıştır. Hermione’a göre “Aşk, yazmaktır.”
 
Metinsellik ve cinsellik arasındaki ilişkileri, H.D.’nin sevgilisi, otobiyografik kurmaca, tarihi roman, şiir, edebiyat ve film eleştirisi olmak üzere geniş bir yelpazede eser veren Bryher’ün (Annie Winifred Ellerman) romanlarında da bulmak mümkündür.Development: A Novel (1920), Two Selves (1923) ve West’de (1925), diğer lezbiyen modernist otobiyografik kurmacalarda olduğu gibi yazmak ve tutku özgürlüğü arasında bir eşitlik vardır. Bu kurmacaların kadın kahramanları kendi cinsel arzuları ve kimliklerini anlamaya başladıkları ve bunlar hakkında kararlılık gösterdikleri an yazmaya başlarlar.[4] Heart to Artemis’te H.D. ile bir ömür süren ilişkisini, duygusal ve tensel aşkını örtük ve simgesel bir anlatımla dile getiren Bryher’ün ilk olgun eleştirisinin öznesi olan imgeci Amerikan şair Amy Lowell da edebiyat ve yayın dünyasında sansüre maruz kaldığı için kadınlara duyduğu aşkı metaforların, dil oyunlarının ardına gizlemiştir. Kimi şiirlerinde şifreleme tekniği kullanan Lowell, kimi şiirlerinde ya cinsiyete hiç değinmemiş ya da kadın karakterini “göstermelik” olarak erkek kimliğine sokuvermiştir. Yaşamının son on bir yılını birlikte geçirdiği sevgilisi Ada Russell için yazdığı ilk şiirlerde lezbiyen kimliğini gizlemeyi başarmıştır ama Pictures of the Floating Worldadlı eserinde yer alan erotik şiirleri, “sırrını” açığa çıkarır. Ancak bu imgeler ve şifreleme yaklaşımları, yazarın tecrübelerini paylaşabilen lezbiyen okuyucuya bağımlı şifrelerdir. Dönemin lezbiyen edebiyatı özgül bir okuyucu talep etmektedir.
 
İkinci dalgaya kadar lezbiyenin çeşitliliğini, kadınlar arası aşkı yansıtmak isteyen yazarlar, işledikleri konuyu şu ya da bu şekilde gizlemek zorunda kaldılar. Lezbiyen aşk ve özellikle de cinsellik temalarını yeterince muğlak bırakırlarsa, romanın kadınlar arasında sıradan bir dostluğu anlattığını savunabilirlerdi. Kız kardeşlik sahneleri, kendisi ile öteki arasındaki sınırların bulanması, tinsel dostluklar anahtar lezbiyen mecazlardı; görsel ve duyusal metaforların özel kullanımları vardı. Lezbiyen temayı Amy Lowell ve Gertrude Stein gibi karakterinin cinsiyetini değiştirerek şifrelemek veya lezbiyen aşkı Virginia Woolf’un Orlando’da (1928) kullandığına benzer muzip yöntemlerle perdelemek mümkündü.
 
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl başında kadınlara âşık olan kadınlar bu tutkuyu patriyarkal baskılar ve erkek egemen edebiyat disiplini içinde özgürce dile getiremediler belki ama modernizmin en yaratıcı, en deneysel, en dişil metinlerini ve lezbiyen edebiyatın yapıtaşlarını oluşturdular.
 
Özgün bir okur talep eden bu eserlerin -özellikle dil alanında- en radikal örneklerini veren Gertrude Stein, cinsel eğilimleri kadar yazındaki köktenci dil deneyciliğiyle de efsaneye dönüşmeyi başaran dönemin en önemli yazarıdır. “Coming out” hikâyelerinin en erken örneği olan 1903’te yazdığı üçlü bir romantik aşkı anlatan Q.E.D., ancak ölümünden sonra 1950’de Things as They Areadıyla basılabilmiştir. Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü (1933) adlı kitaba adını veren Alice, Gertrude Stein’ın ömrünü paylaştığıaşkıdır; bu birliktelik pek çok yapıtının konusunu oluşturur. Bu yapıtların çoğunda kendini lezbiyen yaşam ve lezbiyen seksten çok hoşlanan, duyarlı ve esprili bir lezbiyen âşık olarak gösterir Stein. Bu kadar açık, cesur ve olumlu yazabilmesinin nedeni; konuyu üstü kapalı işlemesi, kurmacayı gündelik yaşamın detaylarıyla boğmasıdır hiç kuşkusuz. Stein’ın dil ve haz alanı olarak bedeni odak alan, kadın-erkek kategorilerini aşan bu karşı dili, bedenin deneyimlerini yansıtırken aynı zamanda onları örtmeyi de başarıyordu. Çoğu lezbiyen yazar gibi o da karakterinin cinsiyetini değiştirir, kendisi için eril zamir kullanırken Alice’i karısı olarak betimler. Birbirlerine komik, naif adlarla (şişko tepe, pisipisi vb) hitap ederler. Yalnızca yapıtlarının çoğunu bilenlerin çözebileceği (mesela inek sözcüğünün cinsel çağrışımlı kullanıldığı) gizli bir cinsel dil icat eder Stein, yinelemelerle ve sık sık önemli bir özne ya da yüklemi yok ederek işlediği konunun anlaşılmasını güçleştirir. Bu yapıtları anlayabilmek için gereken bilgiye sahip olmayan sıradan okur, yazarın heteroseksüel bir aşkı anlattığını düşünebilir rahatlıkla. Gerçi Gertrude için erkek, Alice için kadın rollerinin biçilmesi, sadece sansüre karşı önlem değildir. Beraberlikleri de heteroseksüel modele göre düzenlenmiş; yazar ve sanat eleştirmeni rolleriyle Stein “koca”lığı, sekreter, yayıncı, aşçı, kuaför rolleriyle Toklas “karı”lığı üstlenmiştir. Stein ölmeden epey önce Paris’e yerleşti ve ikili, Paris sanat çevrelerinde uyumlu ve yaratıcı bir karı-koca olarak hayli üne kavuştu.
 
20. yüzyılın ilk yarısında Paris ve New York’ta lezbiyen aşkı, karşı cins gibi giyinme pratiklerini, romantik aşk geleneklerini sentezleyerek toplumsal cinsiyet normlarına karşı çıkan kadın yazar ve sanatçılar, bohem bir lezbiyen alt kültürü yaratmışlardı. İçlerinde en ünlüsü Sidonie-Gabrielle Colette’di. Kadınların yaşadığı aşk acılarını, kadın cinselliğini tema edindiği romanlarıyla entelektüel kadın dostluğunu ve sevgisini, modern anlamda ‘lezbiyen cinselliğinin belirleyicisi olan aşka’ dönüştürerek, eski Yunan’dan günümüze taşıyan Colette’in ünlü romanı O Zevkler’de anlattığı iki entelektüel kadının aşkı, Sappho’nun Lesbos adasına kadar uzanır. Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, The Pure And The Impure’da (1932)  lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Ancak bir afyon batakhanesinde geçen romanda lezbiyenliği cinsel doyumsuzlukla aynı kefeye koyarak olumsuz stereotipleri yinelemekten kaçınamaz. Romanda aşk hayatı detaylarıyla anlatılan ise Renée Vivien’den başkası değildir.  Paris edebiyat dünyasında asla tam olarak kabul görmeyen Vivien, şiirlerinde birinci tekil şahıs kullanarak cesurca dile getirdiği lezbiyen aşklarıyla tanınır. Yapıtlarında karamsarlığın ve ölüm temasının yoğunlukta olduğu Vivien, Natalie Clifford Barney ile birlikte Sappho’yu yücelten şiirler yazdı; lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçladı. Yine beraber açtıkları “Dostluk Tapınağı” adlı salon lezbiyen kimliğin ve kültürün oluşmasında önemli rol oynadı.
 
Barney ve Vivien’in yanı sıra Romain Brooks, Radclyffe Hall, Katherine Bradley, Edith Cooper gibi dönemin yazarları ve H.D. ile Amy Lowell gibi modernist şairler, Sappho’nun hayatını ve eserlerini temel ve ilham kaynağı almışlardır. Lezbiyen kurmacalar ikinci dalgaya kadar Sappho’nun şiirlerindeki mitsel romantik imgelerin estetik kuşatmasına, pastoral ve saraylı rollere ve bizzat Sappho ile ilgili göndermelere takılıp kalır. Sappho’nun imgesi, 20. yüzyılın ilk dönemine ait öncü bir lezbiyen sanatçının, lezbiyenlerin yaşam biçimini dile döken yegâne kültürel mitoloji kaynağının meşruiyet kazanmasını sağlamıştır.
 
Sapphistlerden biri olan Radclyffe Hall, lezbiyen kimliğini açıklama ve kabul görme arzusunu edebiyat aracılığıyla seslendirme cesareti gösteren, dönemin ‘aykırı’ yazarlarından biriydi. Heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi bir üst sınıf lezbiyeni -büyük ölçüde kendi hayatını- anlattığı romanı The Well of Loneliness (1928), 1960’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin incili”olarak kabul edildi. Toplumsal kabul ve tanınırlık isteyişiyle politik bir mesaj taşıyan, lezbiyen cinselliğini ve tensel arzuyu detaylarıyla betimleyen roman ne var ki lezbiyeni negatif imgesinden kurtaramamakla birlikte daha da vahimi, seksologların kadın cinsel sapıklığı modelini ölümsüzleştirmiştir.
 
20. yüzyılın başlarında görünür hale gelen kadın eşcinselliği tıbbi bir durum olarak tanımlanmış ve patolojik hale getirilmişti. Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality (1905) adlı eserinde kadın eşcinselliğinden “tersine dönmüşlük/tersyüz olmuşluk” şeklinde bahsetmiştir ki Hall’ın romanında lezbiyen karakterin mutsuz olma nedeni, yanlış bir bedende yaratılmasıdır. Hall’ın "tersyüz olmuş" terimini kullanması ve bunu popüler biçimde işlemesi, lezbiyenliği bir patoloji, bir kadersizlik ve “doğum hatası” olarak sunuşu en doğal dürtüleri, yeni yeni açığa çıkmaya başlayan eğilimleri büsbütün hastalıklı hale getirdi; seksolojiye ve kitlesel sanat ürünlerine fayda sağladı.
 
Buna rağmen önemini hâlâ koruyan, farklı okumalara alan açan The Well of Loneliness, bir lezbiyen edebiyat klasiği olmakla birlikte, “Transgender Kurmaca ve Politikası” [5] başlıklı makalesinde Heather Love’ın belirttiği gibi, transgender edebiyatının da ilk örneklerindendir. Kendini hayatı boyunca kadın gibi hissetmeyen kahraman Stephen Gordon’un erkek olma isteği güçlü ve maddidir; erkekliğe transfer konusunda seksüel arzuları söz konusudur.  Roman hiç şüphesiz, transgender temsili açısından aynıyıl yazılan Orlando’dan çok daha etkili olmuştur. Virginia Woolf’un hayatının aşkı Vita Sackville-West’in kurgusal biyografisi olanOrlando, bir lezbiyen edebiyat klasiği olmaktan çok Woolf’un edebiyatını da belirleyen androjenlik kavramı üzerine kurgulanmışfantastik bir kurmacadır.
 
Paris bohem hayatının önemli isimlerinden bir diğeri olan Djuna Barnes da, lezbiyen aşklarını eserlerinde dile getirdi ancak olumsuz stereotiplerden özgürleştiremedi edebiyatını. Geceyi Anlat Bana (Nightwood, 1936), lezbiyen aşk teması, olağandışı dil yapısı, imgeci üslubu, yoğun göndermelerle yüklü “muğlak” anlatı çatısıyla lezbiyen edebiyatın özelliklerini gösteren erkenörneklerden biriydi. Yüzyılın lezbiyen narsisizmine ilişkin savlarını da içeren romanda ne var ki bir kadının, bir başka kadına duyduğu aşk, “eksiksiz kedere duyulan çılgınca tutku” tanımıyla hem trajediye gönderme yapıyordu, hem de lezbiyenlik kadının özündeki ifrit ve kötücüllük olarak duyumsatılıyordu.
 
Kadınlar arası aşkı romanlarında tema edinen Anais Nin’in yazar olarak gelişimini belirleyen kökler, Djuna Barnes’ta yatmaktadır. Lezbiyen aşka yaklaşımları da birbirilerine benzer. Nin’in karakterlerinin sevişmesindeki lezbiyen narsisizmi anlatış biçiminde, Barnes’ın “kadın ise kendinindir” sözü yankılanır:  “Bedenleri birbirine dokunup, sonra ayrıldı -sanki her ikisi de bir aynaya, aynadaki kendi görüntülerine dokunmuşlardı.”
 
House of Incest’te, ensest evinin “diğer kişide yalnızca kendimizi sevdiğimiz yer” olduğunu söyleyen Nin’in lezbiyenliğe getirdiği açıklama da budur: “İnsanın sanki kendi göğsündeymiş gibi huzurla yatması…” Lillian Faderman, lezbiyen aşka melodramatik bir gözle bakan Nin’in bu bakışının kaynağının, 19. yüzyıl Fransız estet-dekadan yazarlarda sergilenen tutum olduğunu belirtir: “Ahlâksız olanın onları büyülemesi ve ahlâksızlığın, isyan ettiklerini sandıkları burjuvazininkinden hiçbir farkı olmayan tanımı.”[6]
 
Yine Fransız yazar Violette Leduc’ün yapıtlarındaki yaklaşım da neredeyse aynıdır. La Bâtarde’da lezbiyen aşkı betimlerken çelişkiye düşer. Patriyarkal ve heteroseksist görüşleri öylesine içselleştirmiştir ki Leduc, on yıllık sevgilisi Hermine’le erotik yaşamını, Viktorya döneminin iffet taslayıcılığından devraldığı bir melodram havası içinde “etimin kiri” olarak niteler.
 
1950’lerdeki cadı avı döneminde yeraltına inen lezbiyenler, 1960’lara dek ABD ve Birleşik Krallık’ta yayımlanan pek çok lezbiyen best-seller, polisiye ve İngiliz okul hikâyelerinde, ancak şifreli bir dil kullanarak yayımcı bulabildiler.
 
Polisin gözetimi ve tehdidi altındaki lezbiyen barlara alternatif sağlamak amacıyla 1955’te San Francisco’da kurulan Daughters of Bilitis (DOB), gizliliğe karşı politik bir alternatif oldu.  ABD’nin ilk politik lezbiyen örgütünün kurucuları Dorothy Louise Taliaferro “Del” Martin ve Phyllis Ann Lyon, lezbiyenlerin kendi kendine yetmesi gerektiğini ileri sürerek lezbiyen ayrılıkçılığının tohumlarını atıyorlardı. Barbara Gittings ve Barbara Grier gibi feministlerin de liderliğini yaptığı DOB, 60’lar boyunca ABD’deki en nüfuzlu lezbiyen örgüt oldu ancak heteroseksüel feministler ile lezbiyen ayrılıkçılar arasında önemli kutuplaşmanın başladığı70’lerde, grubun ideolojisi konusunda ikilemler doğdu; DOB feminist hareket ile LG hareket arasında sıkışıp kalmıştı.
 
“Feminizmin kuram, lezbiyenliğin pratik” olacağı fikri, lezbiyenlerin çoğunun heteroseksüel kadınlarla aynı baskı ve itaat paradigmalarını kullanan, beyaz üstünlükçü kapitalist patriyarkal kültürün yapılandırdığı “eşler” olmaları dolayısıyla biraz zor gerçekleşecek gibi görünüyor;
feminizm, “öteki olarak kadın”ın cinsiyetçi mitiyle savaşıyordu ama bir “öteki olarak lezbiyen” düşüncesini bırakamıyordu.
 
Hareketteki lezbiyenler kadın örgütlerinden, geylerden ve düzcinsel müttefiklerden düşmanca bir tutum görüyordu. Bazılezbiyen feministler, kendilerini net bir biçimde kadın olarak tarif ederek, Avrupa’daki lezbiyen bar kültürünün bir ürünü olarak 50’lerde idealize edilen butch-femme rollerini feminist dayanışmaya ihanet olarak görerek reddettiler. Ulusal Kadınlar Örgütü(NOW) başkanı Betty Friedan’ın “erkeksi” lezbiyenlere saldırması ve onlara “lavanta gözdağı” demesi meşhurdur.
 
Hem ikinci dalga feminizmden, hem Stonewall’ın ardından ortaya çıkan gey özgürlük hareketinden dışlanmış, öznelliklerinden yoksun bırakılmış hisseden lezbiyenler, kadınların deneyimlediği birleşik toplumsal cinsiyet ve cinsellik baskısını vurgulayarak, cinsel ayrıcalıkları sorgulamamaya eğilimli geylerden ayrıldılar. New York’ta Lavender Menace ve Radicalesbians, Washington D.C.de Furies Collective gibi arka arkaya kurulan örgütler, politik lezbiyenliği inşa etmeye başlamıştı. 70’lerin sonunda politik bir hareket olarak ortaya çıkan lezbiyen feminizmi Sheila Jeffreys, şöyle tanımladı:
 
Kadınların birbirlerine besledikleri sevgiye dayanmak, ayrılıkçı organizasyonlar kurmak, lezbiyenliğin aslında bir seçim ve karşıduruş meselesi olduğuna inanmak, kişiselin özel olduğu fikrini savunmak, her türlü hiyerarşiyi reddetmek ve eşitsizliği erotik hale getiren erkek üstünlüğünü eleştirmek.[7]
 
Kadınların baskı altına alınmasının temelinin heteroseksüelciliğin kurumsallaşması olduğunu tartışan hareket içindeki lezbiyenler, patriyarkal baskının kadınlara zorunlu heteroseksüelliği dayattığını, heteroseksüelliğin kadınları birbirinden uzaklaştırdığını, lezbiyenliğin ise güçlü bir kadın buluşması olduğunu ve kadınların erkeklerden tamamen ayrı yaşamalarıgerektiğini dile getirdiler. 70’lerde ayrılıkçılığın popülerliği toprak kolektifleri, yayın, tiyatro ve sanat kolektifleri ve edebiyat üzerinden radikal bir kadın kültürünün yaratılmasına yol açtı. Lezbiyenler ilk kez kendileriyle duydukları gururu, diğer lezbiyenlerle birlikte, lezbiyen bir dünyada yaşayabiliyorlardı.
 
Kadınlar arası aşkın ve lezbiyen kişiliğin olumlu sunumlarının gerçekleşmeye başladığı 70’lerin dönüm noktası Rita Mae Brown’un ilk romanı Rubyfruit Jungle (1973) oldu.
 
EÖC (Eşcinsel Özgürlük Cephesi) içindeki erkek şovenizmine karşı koymak ve feminizm içinde lezbiyenlik bilincinin arttırılmasıiçin elinden geleni yapan Brown’un romanı, lezbiyen aşka dair maskeleme ve şifreleme stratejilerinin terk edileceğini müjdelerken, 20. yüzyılda yaşamda ve yazında lezbiyenlere yapılan tüm haksızlıkların intikamını alan bir karakteri edebiyata kazandırdı: Molly Bolt. Her açıdan kusursuz olan bu kadının üstünlüğü, lezbiyen olmasıyla bağdaştırılır.
 
70’ler kadınlar arasında güçlü bir yakınlığı, aşkı anlatan lezbiyen bildungsromanlar ile siyasi romanların altın çağı oldu. Bibliyografiler ,otobiyografiler, günlükler ve ütopyalarla alternatif bir kanon; üreme teknolojilerinde ilerlemiş, erkeklere ihtiyaçduyulmayan anaerkil toplumların ele alındığı ekofeminist lezbiyen bilim-kurgusu oluşmaya başladı.
 
İkinci Dalga’ya kadar yazılan lezbiyen romanlarda öyküdeki ana çelişki daima lezbiyenlikti.
 
Lezbiyen-feminist hareketle ortaya çıkmaya başlayan kurmacalarda ise “sorun” hiçbir zaman lezbiyenlik değildir. Sosyal yapıdan bağımsız bir alanda temsil edildiğinden lezbiyen karakterler, fark ediş, kabulleniş ve coming-out süreçlerini yaşamazlar. Vurgu, ana karakterin çoktan keşfettiği cinsel yöneliminin dışında, kendini keşfetmesi üzerinedir. Lezbiyen kahramanın görevi, heteroseksüel dünyaya uyum sağlamak değil, kendi lezbiyen yaşamını yaratmaktır.[8] (Ancak kahraman feminizm aracılığıyla lezbiyen olduğunda, bu başlangıç politik açıdan incelenir.) Okuyucunun lezbiyen olduğu, kadınlar arası aşkın erdemlerini kavradığı ve yönelimi ya da seçimi konusunda bir iç çelişkisi olmadığı varsayılmaktadır.
 
Bu tarih, lezbiyen kadınların negatif imgelerinin yapısökümüyle başlar, olumlu lezbiyen rol modellerinin övülmesine dek gider ve lezbiyenliğin serpilebileceği özel bir dünya kurmaya ilerler.
 
Lezbiyenin olumlu imgesi edebiyat eleştirisine ilk olarak Adrienne Rich’in “lezbiyen süreklilik” (lesbian continuum) kavramıyla girmiştir. “Kadın-kimlikli kadın” [9]deneyiminin bir çeşidini içeren bu fikre göre başka kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da, patriyarkaya karşı mücadele etmek ve aralarındaki bağları güçlendirmek için kendilerini politik lezbiyenler olarak görebilir. Lezbiyen sürekliliğin hatları belirlendikçe kadın açısından erotik de keşfedilmeye başlanır. Lezbiyen eleştirinin arzu ve fantezi gibi yapıtlarına odaklanan Rich, kadın bağlılığının cinselliğin yeni biçimlerini ortaya koyacağını tartışır. Emily Dickinson’ı “lezbiyen sürekliliği’’nin bir örneği olarak gösteren Rich lezbiyen kimlikle, lezbiyen şiir arasındaki benzerlikleri irdelemiş ve kendi şiirlerinde de lezbiyen aşka içe bakışın paradigmatik bir örneğini sunmuştur. Rich için aşkın zorluğu sadece dışarıdan gelmez: “Bize karşıdizilmiş güçlerdir/ve içimizde dizmiş olduğumuz güçlerdir.”[10]
 
Yalnızca bedene ya da onun bir parçasına özgün olmayan bir şeydir bu; sadece yayılan değil, aynı zamanda heryerde bulunan bir enerji… Kadının yaratıcı yanı, lezbiyen benliğidir. Lezbiyen kültürü incelediğimizde, kökeninde “annelik gibi derin bir kadın deneyimi” olduğunu kavrayacağımızı; kadının erotik tutkusunda, anneler ve kızlar arasındaki bağların yeniden üretildiğini ileri süren Rich’in lezbiyen uzanım fikrini Fransız feminizmi cinsel farklılık ve dil teorileriyle ayrıntılandırmış ve dişil bir özgüllük tartışmasına dönüştürmüştür. Luce Irigaray, karmaşık anne/kız ilişkisi kalıplarının lezbiyen ilişkiler ve onları bildirmek için bir metafor olarak kullanılmasını önererek, lezbiyen ilişki ve arzuların temsilinin, eril tanımlara temel bir başkaldırı olduğunu ifade etmiştir. Helene Cixous’ya göre, bir kadına duyulan aşk dahil olmak üzere dişil cinselliğin izleri, bütün cinselliğin matrisi olan anneye kadar uzanır. Julia Kristeva ise bir kadının dildeki göstergesel ifadelerini anneye, anaç olana dönüş ve söylemsellik öncesi bir eşcinselliği imlediğini öne sürer.
 
Feminist edebiyat eleştirisine yaptıkları tüm olumlu kazanımlara rağmen Fransız feministlerinin bedene olan özcü yaklaşımları ile kadınların ezilmesini sadece bedensel söylemlere ve kültüre bağlamaları kadar Rich’in önerdiği -erotik hazzın belirleyiciliğini ve özgüllüğünü yok sayan, neredeyse aseksüel bu lezbiyenlik modeli risklidir. Rich’in yanı sıra Shulamith Firestone, Gina Covina ve Audre Lorde da erotik olanın sıradan yaşamdan ayrılarak sınıflandırılmasını reddederek, erotiğin enerji veren bir güç olarak tüm etkinliklerle kaynaşması gerektiğini ileri sürerler. Lezbiyenliğini, tutkulu bir aktivizmin yanı sıra kadınlar arasında var olan, cinselliğin ötesinde bir aşk olarak tanımlayan Lorde, lezbiyenliğin cinsellik boyutuna indirgenerek bir aşağılama ve fetişizm aracı haline getirilişine öfkelidir.
 
Feminist eleştiriye özellikle dil ve din konusunda önemli katkıları bulunan lezbiyen, radikal, ruhani feminist Mary Daly de patriyarkaya karşı kadın merkezcil bir ruhsal âlem önerir. Kadın tanımlı erotik aşk ile radikal kadın dostluğu arasında bir dikotomi olmadığını, tersine bunun dostluğun önemli bir ifadesi/sergilemesi olduğunu düşünen Daly’ye göre, kadınlar arasında çok farklıbiçim ve renkler alabilen enerji değiş tokuşunun yalnızca bir biçimidir erotik aşk.
 
Yine dönemin lezbiyen yazar, şair ve aktivistleri -Judy Grahn, Nina Sabaroff, Elsa Gidlow gibi- lezbiyen kişiliğin güçlü bir parçasının diğer kadınlara yönelik bağlılık ve sevgi olduğunu, cinselliğin illa ki şart olmadığını vurguluyorlardı. Salt cinsel kimlikler olarak algılanmamak, feminizmle aralarındaki düşünsel-tarihsel bağı zayıflatmamak ve bu konuda konuşup heteroseksüel erkekleri tahrik etmemek için kendi aralarında bile erotik yaşantılarından çok az bahseden feministler için eşcinsel ya da heteroseksüel olsun, baskı-itaat uzlaşmasına dayalı cinsel ritüeller feminist özgürlük hareketiyle bağdaşmıyordu.
 
Geçmişten bugüne, lezbiyen cinselliği ve temsili en büyük tartışma alanlarından biri olmuştur. 70’lerde genel olarak cinsellik lezbiyenliğin önemli kriteri değildi. Ancak Lillian Faderman, Paulina Palmer, Jill Dolan, Joan Nestle, Gayle Rubin, Pat Califia gibi kuramcılar lezbiyenliği cinselliğinden uzaklaştırıp, tamamen politik bir hareket haline ya da bir enerjiye dönüştürülmesini şiddetle eleştiriyorlardı. Lezbiyenliğin cinsel boyutunu olumlayan bir erotik arayışa 80’lere doğru proleter lezbiyenler, trans erkekler, siyah kadınlar sahip çıktılar ve kökten belirlenmiş bir lezbiyen cinsellik geliştirmeyi amaçladılar. Lezbiyen seksin ve sadomazoşizminin muhafazakâr feminist eleştirisi bell hooks’a göre “feminist hareketin altını oyan asıl tutum”du, bütün kadınların aynı cinsel pratiği tercih etmeme hakkına saygısızlık ve ayrımcılıktı; altındaysa homofobi yatmaktaydı.
 
Harekete, babasının evdeki iktidarına ve erkeklerin sevme biçimine tepki olarak katılan hooks, cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın siyah kadınlar üzerinde yarattığı etkileri ve bu iktidar kalıplarının siyah kadınlığı değersizleştirme görüntülerini incelerken, beyaz-egemen-kapitalist patriyarka biçimlerine ciddi eleştiriler geliştirdi. Feminist meseleler olarak ele alınan konular, sadece beyaz kadınların deneyimleriyle belirleniyor; ırkçılık, sınıfsal önyargılar ve cinsel tercihlerle ilgili konular es geçiliyordu. Feminizmin merkezi öznesi kolonyal, beyaz, orta üst sınıf mensubu, heteroseksüel cinselliksizleştirilmiş bir özneydi. 70’lerin lezbiyenleri ortak paydaları lezbiyenlik olan herhangi iki kadının aşkın bir bağı paylaştığına, dolayısıyla başka hiçbir niteliğin ya da deneyimin önemli olamayacağına inanmışlardı.
 
Monolitik lezbiyenlik anlayışına ilk ve en zorlu başkaldırılar, chicana lezbiyenler ve siyah lezbiyenlerden geldi. hooks’un yanı sıra Barbara Smith ve Audre Lorde gibi siyah feministler, Gloria Anzaldúa ve Cherrie Moraga gibi chicanalar, Merle Woo, Paula Gunn Allen gibi beyaz olmayan lezbiyenler, ikinci dalga feminizmden gelen ABD merkezli radikal ve liberal feminist teorinin barındırdığı ırkçılığa ve heteroseksizme karşı savlar geliştirerek postfeminist ya da queer hareketliliğe bağlılıklarını dile getirdiler.
 
Moraga ve Anzaldua lezbiyen deneyimlerin aynı olduğu varsayımını sert eleştirilere uğratarak lezbiyen eleştirinin amacının, daha esnek bir lezbiyen edebi kimliği yaratmak, farklı kültür ve etnisitelerden lezbiyen kadınlar arasındaki ilişkilere ve temsiliyetlere yer vermek olması gerektiğini öne sürdüler.[11] Siyah feminist eleştiri alanını neredeyse tek başına oluşturan Barbara Smith de aynı düşüncedeydi; üç siyah kadın yazarın -Gloria Naylor, Alice Walker, Audre Lorde- otobiyografik romanlarını inceleyerek Naylor’un lezbiyen karakteri, edebiyatın erken dönemlerindeki motifleri ödünç alarak, kurbanmışçasına kurgulamasınıeleştirirken, Walker’ın The Color Purple’ını bir fabl olarak değerlendirir. Yalnızca Lorde’un Zami’sinin tamamen siyah lezbiyenlerin tarihsel yerleşimi ve kültürüyle ilgili olduğu sonucuna varır.
 
“Siyah, feminist, lezbiyen, anne, şair” kimliklerini benimseyen Audre Lorde’un edebiyat eleştirisine en büyük katkısı çeşitli anne-kız ilişkilerini ve mitlerini, gerçek ile kurmaca arasındaki ikiliği bulanıklaştıran fantezileri ele alan biyomitografi türünükazandırmış olmasıdır. Lorde şiirlerinin çoğunda, anneler ve kızlar arasındaki nefretten bahsederken, kendi biyomitografisi olanZami: A New Spelling of My Name (1982), hem annelik etiğine bağlanması, hem de onu sökmesiyle ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Lezbiyenliğini, cinselliğin ötesinde bir aşk olarak tanımlayan Lorde, lezbiyenliğin cinsellik boyutuna indirgenerek bir aşağılama ve fetişizm aracı haline getirilişine öfkeliydi. Lorde başta olmak üzere pek çok siyah lezbiyen, Blues ve ruhanilik ile işbirliği yaparak yeni bir dilin keşfini araştırdı. Lorde’un edebi gelenek içinde yaptığı devrimi izleyen Alice Walker da lezbiyen eleştiriye womanist(kadıncı) kavramını kazandırdı. Kavramı feminist teriminden ayrı olarak, Afrika merkezciliğini kutlamak ve daha geniş bir kadınlık resminin ortaya çıkmasını sağlamak için kullanan Walker’ın eleştirel bakışı, siyah kadınların kendi “eleştirel öykülerini” nasıl adlandırıp kontrol edebileceklerine dair önemli bir örnektir.
 
70’lerin sonu ve 80’ler lezbiyen eleştirinin geliştiği, yeni kavramların ve teorilerin ortaya atıldığı önemli bir dönemdir. Lezbiyen edebiyat geleneği için bir dönüm noktası olan Lesbian Images’da (1975) Jane Rule, edebiyat kanonunun ve fallik edebi geleneklerin feminist bir eleştirisi olmadan lezbiyen eleştirinin gerçekleştirilmesinin zor olacağını ortaya koyar. Ona göre eleştirinin amacı, daha çok lezbiyen okur yaratmak olmalıdır.
 
Bonnie Zimmerman ise lezbiyenin güçlü, dişil rol modelleriyle birleşmiş ancak şiddetin olmadığı inançlarla ilgilendiğini belirtir.[12]Lezbiyen bildungsromanlarını inceleyen Zimmerman’a göre, bu tür romanlarda bildunga ulaşmak, lezbiyen kahraman için “dolaptan çıkmakla” aynı niteliktedir. Lezbiyen, kendi cinselliğine doğru çıktığı simgesel yolculuğun sonunda kendi kimliğini kurar. Türün önemli örneği Nancy Garden’ın Annie on My Mind (1985) romanındaki lezbiyenliğini ilan etme, heteroseksüel sisteme başkaldırı, lezbiyen aşk, cinsellik ve alternatif kimlik bu tür romanlardaki ortak temalardır.
 
Ne var ki Zimmerman lezbiyenliği Rich ve Daly gibi geniş bir yelpazeden tanımlar. Ona göre bir kadın yazarın eserinde, topluma başkaldırı ve güçlü kadın imgeleri varsa; klasik, düz anlatım yoksa o eser lezbiyen edebiyatına aittir. Yine Paulina Palmer’ın herhangi bir eserde kadın olmakla ilgili bir özelliğin bile reddedilmesinin, o eseri lezbiyen romanı yapacağını kabullenmesi aynıderecede risklidir. Geleneksel lezbiyen edebiyatı ve eleştirisi ile postmodern lezbiyen edebiyatı arasındaki belirgin ayrım ortaya çıkar bu bağlamda. Birincisi daha özcü, lezbiyenlerin deneyimleri için kullandığı doğal bir araç gibi görülürken, ikincisi kanon dışıve değişken kimlikleri temsil eder. Postmodernizmin lezbiyen edebiyat eleştirisine etkilerini incelediği eserinde Marilyn Farwell lezbiyenliği sabit olmayan bir terim olarak tanımlar. Lezbiyenler geleneksel olarak ne erkek ne de kadın tanımlarına uyduklarıiçin cinsiyet kategorilerinden, kimlik kısıtlamalarından ve ikili karşıtlıklardan kurtulmuşlardır; heteroseksüel ve patriyarkal düzenin dışındadırlar.[13] Monique Wittig, Judith Butler ve cinsel kimliğin de söylemle ilgili bir özellik olduğunu düşünen Diane Fuss gibi birçok postmodern kuramcıya göre de lezbiyenlik belirsiz ve kategoriler dışıdır.
 
Lezbiyenliğin, kadın olmanın anlam ve önemine dönüşü temsil etmediğini, dişilliği kutsamak anlamına gelmediğini, kadınmerkezli bir dünyanın işaretini vermediğini söyleyen Butler’a göre, lezbiyen cinsellikte bir özgüllük bulunabileceğini ileri sürmek lezbiyen cinselliğin bir vakitler heteroseksüellikten ibaret olduğunu iddia etmeye mecbur bir karşı sav gibidir.
 
Monique Wittig de yine lezbiyen hareketin ve feminizmin temellerini sarsan bir düşüncenin yolunu açmıştır: “Lezbiyen kadın değildir”! Madem kadınlar heteroseksüel toplumsal düzende sabit bir yer tutmaktadır, o halde biri bu yeri işgal etmiyorsa o kadın değildir. Lezbiyen cinsiyet kategorilerinin ötesinde yer alan tek kavramdır. Çünkü adlandırılan özne (lezbiyen) ne ekonomik ne politik ne de ideolojik olarak bir kadındır. Lesbian Peoples: Material for a Dictionary’de (1979) hedeflediklerinin, heteroseksüelliğin, yani kadınların ezilmesi üzerine kurulu politik sistemin ortadan kalkması olduğunu açıklarlar. (Ancak kadınların ezilmesi üzerine kurulu sistemi, patriyarkadan heteroseksüelliğe indirgemiş olması risklidir, bu görüşe göre tüm heteroseksüel kadınlar, patriyarkaya teslim olmuş kabul edilir.)
 
Lezbiyenliğin arzu ile sınırlandırılabilecek psikolojik ya da cinsel bir kavram olmadığını düşünen Wittig The Straight Mind’da, cinsiyet ve cinsellik kategorilerinin karşılıklı ilişki içinde olduğuna dikkat çekerek lezbiyenliği, kadının bir başka kadına âşık olmasışeklinde tanımlayan mantığa meydan okur.[14]
 
Wittig de nihayetinde cinselliğinden neredeyse soyutlanmış bir lezbiyenlik kavramı ileri sürmektedir. Tam karşı kutbunda ise alternatif cinselliklere, sadomazoşist bir lezbiyenliğe sahip çıkan lezbiyen feministler bulunur. Lezbiyenliğin cinsel boyutunu olumlayan bir erotik arayışa, yeni bir lezbiyen cinselliği kurmaya, fetişist lezbiyen arzuyu açığa çıkartmaya yönelirler. 80’lerin öncü BDSM grubu Samois’in kurucuları Gayle Rubin ve Pat Califia lezbiyen sadomazoşizmini savunarak pornografi karşıtıfeministleri ve anaakım pornolarındaki mazoşist estetiği şiddetle eleştirdi. Yine Jill Dolan, Joan Nestle, Monika Treut ve Elfi Mikesch’nin yanı sıra Teresa de Lauretis’in kadınlar arasındaki arzuyu, kadın kimliğiyle özdeşleşmiş dişil bağ olarak görmekle yetinmeyip cinsel boyutu da işe katarak, lezbiyen arzuyu fetişizm bağlamında açıklayan teorileri literatürü hayli sarstı. The Practice of Love’da (1994) sapkınlığı patolojik olmaktan çıkararak lezbiyen cinselliğe dair sapkın arzu ekseninde psikanalitik bir teori geliştirerek ilk kayıp, iğdiş edilme ve fallus kavramlarını sapkınlık ve fetişizm ışığında bir kez daha okumayı önerdi Lauretis. Lezbiyen terminolojide fetiş, fallustan ve fallusun penise indirgenmesinden kurtarılarak âşıklar arasındaki farkı ve arzuyu belirleyen herhangi bir nesne, herhangi bir göstergedir. Lezbiyen arzunun kayıp nesnesi, yani fetişleştirilen imge dişil bedenin bizzat kendisidir.[15]
 
80’lerin sonları ve 90’larda lezbiyen aşk kadar cinsellik de edebi eserlerde yer almaya başladı. Jeanette Winterson, Sarah Waters, Laura Doan ve Stella Duffy feminizmin geleneksel yapısını ve edebiyatını yıkmayı amaçlayan ihlalci lezbiyen yazarların önde gelenleridir. Jeanette Winterson köktenci dini cemaatinden sürülmesiyle sonuçlanan yarı otobiyografik bir dolaptan çıkma hikâyesi olan ilk romanı Tek Meyve Portakal Değildir’de (1985) alternatif bir kurgu ve dil kullanırken Dizüstü’nde hem kurmacanın anlatıcısı kimliğindedir, hem de “lezbiyen kadın yazar Jeanette Winterson” olarak okurun karşısına geçer. Vişnenin Cinsiyeti’ndeki dev Köpek Kadın normatif kadınsılığı aşan ve onunla dalga geçen bir kadındır; Tutku’da da karşımıza çıkar. Teamüllere dayalı toplumsal cinsiyet ve cinsellik kategorilerine direnerek pek çok bakış açısı sunan ve bu anlatıları toplumsal cinsiyet kodlarını aşan karakterlerle dolduran Winterson queer postmodern kurmacasına öncülük etmiştir. Edebi altyapısınıgeçmişle queer bağlar üzerine inşa eden Sarah Waters ise romanlarında -Tipping the Velvet, 1998, Affinity 1999, Fingersmith2002- pornografi ve ihlalci cinselliğin yanı sıra kadınların tutuklu, deli, hizmetçi, histerik, kız kurusu vb. deneyimlerini temsil ederek Viktoryen teamülleri sorgular. Bu tür romanlar, lezbiyenlerin marjinalleştirilmiş temsillerini tetikleyen öfke ve kaygılara cevap vererek güç veren fanteziler sağlarken, lezbiyen edebiyatta sık görülen ürkütücü ve normdışı lezbiyen imgeleri de egemen kültürün söylemlerini ve anlatısını bozmak ve değiştirmek içindir.
 
*Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisi’nin Lezbiyenizm sayısında yayınlanmıştır.


[1] Simone de Beauvoir, The Second Sex, Vintage Pbl, 1989.
[2] Faderman, Lillian. Erkek Aşkının Ötesinde, Rönesanstan Günümüze Kadınlar Arasında Romantik Dostluk ve Aşk, çev: Zülal Kılıç, Göçebe Yayınları, 1997.
[3] Winning, Joanne, “Lezbiyen Modernizmi: Dolabın İçinde ve Ötesinde Yazmak”, Gey ve Lezbiyen Yazını, Der. H. Setevens,çev. Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık, 2011.
[4] A.g.m.
[5] Love, Heather  (2011) “Transgender Kurmaca ve Politikası,” Gey ve Lezbiyen Yazını içinde, der. H. Setevens,
çev. Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık; İstanbul
[6] Faderman, Lillian Erkek Aşkının Ötesinde: Rönesanstan Günümüze Kadınlar Arasında Romantik Dostluk ve Aşk, çev. Zülal Kılıç, Göçebe Yayınları, 1997.
[7] Jeffreys’in yanı sıra Bertha Haris, Charlotte Bunch, Ti-Grace Atkinson, Rita Mae Brown, Adrienne Rich, Mary Daly, Audre Lorde, Marilyn Fry, Judy Grahn, Kate Millett, Jane Rule, Bonnie Zimmermann, Barbara Smith ve Monique Wittig dönemin önde gelen lezbiyen feministleriydiler.
[8] June Arnold’un The Cook and the Carpenter (1973), Sharon Isabell’in Yesterday’s Lessons (1974), Elena Nachman’ınRiverfinger Woman (1974) ve Sister Gin (1975) adlı romanları önemli örneklerdir.
[9] İlk kez Radicalesbians’ın manifestosunda -Woman Identified Woman, 1970-  kullanılan bu terime göre klasik feminizmde heteroseksüel kadın, erkeklerle ilişkilerine öncelik verdiğinden “erkek kimlikli kadın” olarak değerlendirilirken, lezbiyen “kadın kimlikli kadın”dır; öncelikli ilişkileri kadınlarladır.
[10] Rich, A, Twenty-one Love Poems, Effie’s Press, 1977.
[11] This Bridge Called My Back: Writings By Radical Women of Color (1981), Ed: Moraga, C, Anzaldua, G,  Third Woman Press, 2001.
[12] “Exiting from Patriarchy: the Lesbian Novel of Development”  The Voyage In: Fictions of Female Development.  Ed. E. Abel, E. Langland, M. Hirsch. UP of New England, 1983.
[13] Farwell, M, Heterosexual Plots and Lesbian Narratives, NYU Press, 1996.
[14] Wittig, M, The Straight Mind: And Other Essays, Beacon Press, 1992.
[15] Teresa De Lauretis, The Practice of LoveLesbian Sexuality and Perverse Desire, Indiana University Press, 1994. 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam