07/12/2009 | Yazar: Nevin Öztop

“Kadın Olma Halleri” dersek bize ne dersiniz? “Kadınlığı anlatın” bize dersek, aklınıza ne gelir?

“Kadın Olma Halleri” dersek bize ne dersiniz? “Kadınlığı anlatın” bize dersek, aklınıza ne gelir? 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü anısına gerçekleştirdiğimiz söyleşide Pelin Dutlu, Aysel Ergün ve Gülkan’a kulak verdik. Bakalım onlar ne demiş “kadınlık”a dair…
 
Pelin Dutlu
 
Zor bir konuşmaya daha başlıyoruz gibi geliyor. Karanlıkta koşmuş olanların; “Bıçağım olsaydı şimdi…” ya da “Saçımı atkıyla kapatıp erkek gibi mi yürüsem şimdi…” diyenlerin bildiği; yirmi sekiz yerinden bıçaklanıp, hastanede evdeki çocuğunu düşünen kadınların ve aslında bütün kadınların çok iyi bildiği bir ahval-i durumun iki başlığına dair bile konuşmak gerçekten zor. Çok örneği olduğundan değil, hikâyelerimiz ve hayatlarımız çok cam kırıklı olduğundan.
 
25 Kasım’dı bugün. Kadına yönelik şiddete karşı eylemler yapıldı ve sokağa çıkıldı. Yürüyüşlerimiz esnasında önümüzü kapatan polislerle ve yolda bize sataşan faşistlerle uğraşıldı. Elini “kurt” işareti yapmış ve “Hepinize birden!” diye bağıran adamlara inat, yılmadan yüründü.
Yan komşumuz kocası tarafından bıçaklandığı ve hastaneye kaldırıldığı için bugün aramızda yoktu. Ve daha bilmediğim nice kadın gelemedi. Çünkü yaraları onları yerlerinden kaldıramayacak kadar ağırdı.
 
“Türkiye’de” mi demeliyiz, yoksa dünyanın her yerinde kadın olma halinin “bu memlekete has ayrıntıları” mı demeliyiz bilemedim. Çünkü biliyoruz ki -az ya da çok- biz kendimizi kadın olarak tanımladığımız her yerde, ezilmenin her çeşidinin yaşıyoruz. Erkek egemenliği diye anlattığımız ve mücadele ettiğimiz canavarın ne kadar kan kaybediyor olduğunu ve onun ne zaman yok edileceğini bir kez daha düşündüm bugün.
 
“Kadın olmak” dedim; uzunca bir liste yaptım hatta. Liste canımı çok sıktı ama devam ettim sıralamaya. Kadın olmak, arkaya bakarak yürümektir. Günün hangi saati olduğu hiç önemli değil; karanlık ve ıssızsa bir sokak, bizim için gecedir ve tehlikelidir. Sanıldığı gibi cinsel saldırılar gecenin bir körü bizim davetiyemizle ya da biz istediğimiz için yaşanmaz. Gece gündüz hiç fark etmeden her yerde onunla karşılaşırız. Çok sormuşumdur kendime: “Kimsenin olmadığı bir sokaktan geçerken, karşıdan gelen adam saldırırsa ne yaparım?” O, benim bunları düşündüğümü bilmede ve hakkımda “Ya bana saldırırsa?” diye düşünmeden, kendinden emin yürürken… Ya sessizce geçip gider, ya çoğunlukla laf atar ya da şanssız günümdeysem saldırır. Şanssız günümüz, aslında ne kadar yaşanması muhtemel günlerimiz oluyor. Hiçbir açıklaması olmadan ve hiçbir mantığa sığmadan, yaşama hakkımıza ve bedenimize gelen doğrudan saldırılar! Sokaktaki ayrı, evdeki ayrı, sevgilimizden gelen şiddet ayrı… Yani her türlüsünü tadıyoruz şiddetin. O acı şerbet, ekonomik olarak geliyor önümüze; bazen psikolojik, bazen de fiziksel olarak geliyor… Ve hep başka biçimiyle geliyor da geliyor!
 
Evet, bugün 25 Kasım. Çok isterdim kadın olmanın kendi içimizdeki yansımasından bahsetmek ve bedenimizle ilgili yaşadıklarımızı anlatmak ama elimden gelmiyor işte. Bir hengâmeden dönen yolcularız biz, her akşam o otobüsle evimize gelirken. Hiç tanımadığım ama düşündüğümde anladığımı ve beni de anladıklarını bildiğim kadınlar, aklımdan çıkmadılar bugün. Kadın hareketi ne gençlik hareketine benziyordu, ne de LGBTT hareketine. Her hareketin özgün koşulları olduğu gibi kadın hareketi de kazıya kazıya bazen çok yavaş ama geriye adım atmadan devam ediyor. Birbirimize ulaşmaya çalışarak… Birbirimizle konuşmaya çalışarak… Çünkü kadın olmak anlatamamak aynı zamanda. Yaşananı saklamak, saklamak zorunda kalmak ve söylediğinde suçlanmak… Ailenden, karakoldan ve yargıdan ceza almak ve tekrar tekrar sorgulanmak… Tecavüz sonrasında “Zevk aldın mı?” diye pişkince sorular duymak zorunda kalmak ve evet, bazen de maalesef bunlardan yılıp, şikâyeti geri almak. Koca ile barışmak zorunda kalmak.
Bunlar arasında dönüp kendimize “Ben var mıyım? Varsam ne istiyorum? Bedenimle ve cinselliğimle barışık mıyım? Her akşam yemeği ben mi yapmalıyım? Aslında temizlik yapmayı sevmiyorum.” demek; kendimizle konuşabilmek ve “Kadın olmak nedir ki?” diye sorabilmek bile o kadar zor ki. Gene de elimizden geldiğince, bazen birbirimizi duyamadan ve birbirimizden haberimiz olamadan birbirimizi hissediyoruz, anlıyoruz ve yan yana gelmeye çalışıyoruz. Çünkü o canavar ölmedikçe biz ölmeye devam ediyoruz.
 
Aysel Ergün
 
Kadın olma halleri deyince -“kadınlık” deyince- aklıma ilk gelen kıllarımız almak ve onlardan arınma zorunluluğu hissetmek; makyaj yapma “isteği”miz ve regl olmak…
 
Regl olmak: kadınlığın sancısı… Her ay yaşamımızın seyrini değiştiren kanama… Kimimizi yataklara düşüren, kimimizi agresif yapan, kimimizi ağlatan, etkileri kadından kadına değişen ve anlatılamayacak kadar çok olan bir “akış” hali... Reglin etkilerinin ve hissiyatlarının, bedensel olduğu kadar psikolojik olduğunu düşünüyorum zaman zaman… Acaba “annelik içgüdüsü” gibi pompalanan bu “hastalık” mefhumunun etkisi var mı? İlk regl olduğumuz günleri düşünelim bir de… Utanmalar, gizlemeler, atılan tokatlar, ağlamalar ve paniklemeler… “Kadınlığa” ilk adım… “Kutsal” birer varlık olmamız için olmazsa olmaz önemde bir işlevi var ama kıllarımızdan, memelerimizden ve vajinamızdan utanmamız öğretildiği gibi bu kandan da utanmamız, bu kanı saklamamız ve bir damlasını dahi dışarıya taşırmamamız gerekiyor! Zaten bu, her ay yaşanan bir “hastalık”… Yani hem hastayız, hem kanadığımız için kutsal…
 
Kıllarımız, tüylerimiz… Ergenlikle ilgili deneyim ve bilgileri asla paylaşmayan annemin ilk ve tek öğüdü: “Kıllarınızı almayın! Daha çok çıkar.”. Bu çok çarpıcıydı; annemi tanısanız eminim size de öyle gelirdi. Annemin sözlerinden anladığım şunlardı: 1. Kıllarımızın kesinlikle az olması lazım. 2. Annem gibi birisi bunu tembihlediyse, bu kesinlikle önemli bir mevzuu! O gün anladım işte, kıllarımın baş belalarımdan biri olduğunu… Kadınlara verilen en ciddi cezalardan biri bile diyebilirim, can yana yana kılları bedenden ayırmanın. Hatta bir işkence yöntemi dahi olabilir. Nasıl alışıyoruz ama değil mi? Rutin bir şekilde -hatta ayin havasında- başımızın belasından kurtulmaya çalışıyoruz çünkü kılsızlığın kadınlığın şanından olduğu ve “temizliğin göstergesi”liği işlendi beynimize… Biz de bedenimize işliyoruz ergenlikten itibaren. Sorgulasak da derinlere inmeye cesaret edemiyoruz, düşüveriyoruz bu işlemenin bir yerine. Bıyık, kaş, bacak, koltuk altı ve “üçgen bölge” derken, bi de kol tüyleri çıktı şimdi! Hepimizin kendimizi yolmak için nedenleri var çok şükür: koltuk altlarımız terliyor; “üçgen bölge” kesinlikle hijyenik olmalı… Peki bıyık, kaş, kol, bacak? Bir de birbirimize baskı uyguluyoruz bu konularda, “Kaşın çok çıkmış.”, “Aaaa bacak kılların uzamış… Nasıl şort giyersin?”, ”Sen koltuk altını almıyor musun?”… Tabii yöntem aktarımı da var. Patriyarkal kapitalizm bu konuda öyle ince çalışıyor ki, bir süre sonra kıllardan tiksinmeye başlıyoruz.
 
Kendimizi yolup, bir de üstüne makyaj yaparsak süper kadınlar oluyoruz! Bakımlı olmak ve güzel görünmek zorunluluğu, kadınlara “kadınlık” hali olarak dayatılan başka bir bela… Göz çıkarırcasına ve zorlanarak kirpiklerin boyanması; gözün üstünü, dudakları, yanakları ve tırnakları boyamak -ve hatta uyumlu boyamak- ne zordur! Bu zorluğu birçoğumuz çoktan içselleştirmişiz çünkü -kılsız olmak gibi- bütün bunların yapılması, bizi daha kabul edilir kılıyor. “İdeal kadın”a yaklaşıyoruz böylelikle… Bir süre sonra tartışmalar, sorgulamalar ve “kendim için yapıyorum”lara kilitleniriz ve karşısında duramadığımız ve alternatifini yaratamadığımız bu dayatmalara karşı savunma mekanizmaları yaratırız.
 
Bu patriyarkal düzen içinde, kıllarımızdan kurtulmanın ve makyaj yapmanın bizim isteklerimiz olduğunu iddia edemeyiz. Ataerkinin, bedenimiz üzerinde kurduğu tahakkümün derinlerine inmedikçe ve kendimizi sorgulamadıkça, savunma mekanizmalarımız devreye girer. Sonra da canımız sıkıldıkça, dışarıya çıkarken veya işe giderken kendimizi boyarız; kendimizi iyi hissetmek ve kabul görmek için… Kıllarımızı yolarız canımızı çıkarırcasına… Ve regl olduğumuzda “hastalık” psikolojisine gireriz… Kadınlık ne menem, ne zor bir şey!
 
Gülkan
 
Kadın olmak, oturma şeklinin sürekli bir ayar istediği bir durumdur. Ne kadar rahat olursanız olun, bir süre sonra size yönelen bakışların baskısından bunalır; olası saldırıları bertaraf etmek açısından hep derli toplu durmaya mahkûm kalırsınız. Biraz özgürleştiğinizi zannettiğiniz karma politik gruplar gibi yerlerde, bir de bakıverirsiniz ki onlar gibi erkli olduğunuzu kanıtlarcasına bıçkın ve üstünüze en az bir beden bol gelecek bir elbiseyi giymişçesine sırıtan bir rahatlıkta oturuyormuşsunuz...
Kadın olmak, iş hayatında aynı işe sürekli daha düşük ücret almak; denginiz olan erkek iş arkadaşınızdan her zaman için daha bakımlı olmak zorunda kalmak ve aynı zamanda bir o kadar da işinizde daha fazla hırsla ve ekstradan çabalamak demektir.
 
Bir çocukla bir hayatı yaşıyorsanız, size bakan gözlerin sizin heteroseksüel, tek eşli ve evli olduğunuz önyargısını size dayatmasıdır.
 
Sokakta geç saate yürüyorsanız; sigara içiyorsanız ve ürkek ya da tedirgin değilseniz, başınıza her türlü şeyin gelebileceği ve bunu da hak edebileceğiniz savı ile muhatap olmanızdır.
Muhalif hareketlerde başınıza gelen şiddet, taciz ve tecavüz gibi meselelerde sesinizi fazla çıkarıp, ortadaki mağduriyeti görünür kılmak istediğinizde, “ilgi çekmek”, “iftira atmak” veya “mağdur kimliğine kendini kilitlemek” gibi ithamlara maruz kalmaktır.
Her ay düzenli olarak ruhsal-bedensel bir döngüye girmek; dünyanın ve evrenin parçası olduğunu anımsayabilmektir.
 
* “Türkiye’de Kadın Olma Halleri” başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir. 


Etiketler: kadın
İstihdam