11/03/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

"Çizgisel zamanda bir kırılma olmuş ve Gezi Parkı’nda başımıza, beklenmedik şeylerin en güzeli gelmişti."

Hani uyku ile uyanıklık arasında gördüğümüz karabasanlar var ya; uyanık olduğunuzu sanır ve avazınız çıktığı kadar bağırırsınız, sesinizi evdekilere duyurmak için. Sessiz çığlıklarımız, karabasandan kurtulma çabamız boşunadır; eylemimiz uykuda asılı kalmıştır. Sonra kan ter içinde uyandığımızda her şeyin bir düş olduğunu anlarız ve yaşadığımız gerilimle bedenimiz kasılı halde, bir “oh!” çekeriz. Her şey geride kalmıştır. Bu karabasandan hiç çıkamadığınızı bir düşünsenize. Johann Heinrich Füssli’nin meşhur “Karabasan” (1781) tablosundaki gibi bir iblis göğsünüze olanca ağırlığıyla bastırıyor. Odamızda tek başımıza attığımız çığlıkları hiç kimse duymuyor. Uyanmak istiyoruz ama bir türlü beceremiyoruz. Sonra bitkin düşüp tekrar derin uykuya dalıyor, uykunun bir yerinde yine iblisin tüm ağırlığıyla göğsümüze abandığını görüyoruz. Kaçışı olmayan bir karabasanın içinde olduğunuzu bir düşünsenize.
Tüm ağırlığıyla üzerimizde
Yaşadığımız zaman, çıkışı olmayan bir karabasan gibi çöktü üzerimize. Her sabah çıkış umuduyla uyanmaya çabaladığımızda karabasanın tüm çıkışları kapattığını, tüm ağırlığıyla göğsümüze bastırdığını duyumsuyoruz. Boğulacak gibi oluyoruz; sessiz çığlıklarımızı kimselere duyuramıyoruz. İktidar uykudan kaçış deliklerini kapatarak tüm ağırlığıyla göğsümüzün üzerinde oturan bir iblis gibi, gece ve gündüz gözümüzün önünde. Doğanın, toplumun üzerine çöreklenmiş bu iblisten kurtulmaya çalıştıkça olanca kuvvetiyle daha fazla göğsümüze bastırıyor. Umutsuzluğun karanlığında debelenip durmaktan bitkin düşüyoruz. Acaba beklentilerle hareket ettiğimiz için mi yaşıyoruz bu umutsuzluğu? Bunun bir düş olduğunu, uykunun ardından uyanıklığın gelmesi gerektiğini çıkarıyoruz geçmiş deneyimlerimizden, kanıtlar bunu gösteriyor; hep böyle olmuştu çünkü; beklentilerle hareket ediyoruz.
 
Sen gizlice bekliyor olmalısın
Oysa, Mary Zournazi’nin yazar ve entelektüellerle umut kavramı üzerine gerçekleştirdiği söyleşilerde, Amerikalı düşünür Alphonso Lingis, umudun beklentinin kırılmasıyla ortaya çıktığını, umudun kanıta rağmen var olabildiğini söylüyor: “Umut hakkında düşündüğüm ilk şey, umudun kanıta karşı umut olduğudur. Umut, geçmişten kopuşla ortaya çıkar. Bir tür kırılma olur ve geçmiş bizden uzaklaşır gider. Basit beklenti ile umut arasında fark vardır. Mesela, ‘olayların şöyle geliştiğini ve bu yönde ilerleyeceğini düşündüğüm içindir ki, şunun olmasını bekliyorum’ denir; yani beklenti, geçmişte gördüğümüz belirli şablonlara dayanır. Fakat bence umut, her zaman kanıta karşı umuttur… Zamanda bir tür devamsızlık söz konusudur; bir kırılma gerçekleşir ve hiç yoktan bir şeyler başlar” (Umut, Değişim için Yeni Felsefeler, çev. Uygar Abacı, Literatür Yayınları). Karabasanın en kara olduğu bir anda bir kırılma olacağını ve hiç yoktan bir şeylerin başlayacağını ümit etmek; sinemacı Robert Bresson’un sinemacılara önerisi hatırlayalım: “Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın” (Sinematograf Üzerine Notlar, Küre Yayınları). İktidarın tüm kaçış çizgilerini, ufku kapattığı ve bir iblis gibi üzerimize çöreklendiği bir anda tüm beklentileri altüst edecek beklenmedik şeyleri gizlice bekliyor olmak. Truman Show’da olduğu gibi ufuk yerine duvarla karşılaştığımız ve Orwell’in 1984’ü gibi büyük biraderin iblis gibi üzerimize çöreklendiği bir durumda bulduk kendimizi ve bu karabasandan uyanmak için beklentilere sığınıyoruz; ne yazık ki beklentilerimiz bizi boşa çıkarıyor, bir türlü uyanamıyoruz. Ve tam da umudun yeşereceği bir zemindeyiz.
 
Umudun yeşereceği yerde
Temsili demokrasimiz, çizgisel zamanda ortaya çıkacak beklentiler üzerinden hareket ederek uyanma tarihini seçim günü olarak belirliyor. Beklentilere göre biçimlenmiş bu uyanma anının aslında umut olmadığını, sadece karabasana tahammül edebilmemizi kolaylaştırdığını ve gerçekten umudu hep ötelediğini görebiliyoruz. Umut, çizgisel zamandan bir kopuşla hiç hesapta olmayan, hiç yoktan birdenbire yaşadığımız kırılma anlarında yatıyor. Gezi olayları da tüm beklentilerimizin dışında gerçekleşmişti. Çizgisel zamanda bir kırılma olmuş ve Gezi Parkı’nda başımıza, beklenmedik şeylerin en güzeli gelmişti. Yaşamın her yönüne doğru dallanıp budaklanıp yayılmaya çabaladıkça iktidarın duvarlarına çarpıyoruz hâlâ; o da yetmiyormuş gibi iktidar, bizi kıpırdayamaz hale getirmeye çalışıyor. Duvarların arasında, göğsümüze tüm ağırlığıyla abanmış bir iblisle birlikte kâbusun en karanlık anlarında beklenmedik şeyleri bekliyor olmak.
 
Ve beklenmedik şeyleri tahayyül edebiliyoruz artık. Mary Zournazi’nin kitabında yer alan söyleşisinde Ernesto Laclau da bu tahayyülden söz ediyordu: “İnsanlar, çeşitli doğrultularda ilerleyebilecek olası gelişimlerinin önünün kesildiğini hissediyorlar ve bu sınırlamaları aşmaya yönelik bir tahayyül yaratıyorlar; işte umudun yeşereceği yer orasıdır.” Karabasanın en karanlık anında ya da sessiz çığlıklarımızın neşeli haykırışlara dönüşeceği, umudun yeşereceği yerde duruyoruz. 

Etiketler:
İstihdam