06/07/2009 | Yazar: Yıldırım Türker

Gazeteleri okumayın. Akıl sağlığınız için. Hatta bu cümleleri okuduysanız hemen bırakın.

Gazeteleri okumayın. Akıl sağlığınız için. Hatta bu cümleleri okuduysanız hemen bırakın.

Gazeteleri okumayın. Akıl sağlığınız için.
Hatta bu cümleleri okuduysanız hemen bırakın.
Yok, ille de okuyacağız diyorsanız, benim gibi olmayın, sadece magazin eklerini, üçüncü sayfa haberlerini okuyup birikenleri bir an evvel kâğıt toplayan bir Kürt’e satın.
Bakın şimdiden başladım. Sokaklarınızda, hele Ankara’daysanız, çöpleri karıştırıp kâğıt toplayanların hepsi diyeceğim ya, ıslak imzalı belgem yok, çoğu Hakkârili Kürt.
Ama konumuz bu değil. Hatta konumuz yok. Serbest takılıyoruz.

Şu ara gürültüyle sürdürülen mücadelenin ana fikrini size soracak değilim. Sizinle böyle bir ilişki kurmak isteseydim yazımın altına mail adresi bırakırdım.

Başbakan efendi, (pek de burnunun kıllarına düşkündür, ne desem dava açar) geçende kendi dünya duruşunun gereği bir demokrasi tanımı buyurdu. Polis, demokrasimizin güvencesiymiş.
Başka dile çevirsek diyemem; hâlâ kaldıysa, bir yabancı arkadaşımıza asla tercüme edemeyeceğimiz bir inci. Kültür çevirisi işine bulaşsak da mübalâğa zaman alır.
Başbakan delikanlısı, bu sözüyle on yıllardır anketçilerin halkı tarafından en güvenilir kurum seçilen TSK’ya karşı bir darbe yapıyordu. Elbette. Farklı algılayan oldu mu?
Siz ordunuzu güvence bellerdiniz ya, aslında demokrasimizin güvencesi polisimiz, demeye getirdi.
Kimi liberal, yorgun, şişman adamlar bu sözleri ciddiye alıp bir ata Churchil sözüymüş gibi yoruma durdu. Bezmemişgiller yine üşenmeden demokrasinin güvencesi halktır filan yazdı. Bunu tartışmamız beklendi. Neden?
Çünkü gerçekten bu ülkede kasık çatlatacak gülünçlükte bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Aziz Nesin’i yakmayı beceremeyen dokunulmazları üzmek pahasına rahmetliyi rahmet yanında hasretle anmanın zamanıdır.
Yaşasaydı pek güzel yazardı.

Ben, oğlumu 10 günlüğüne denize götürdüm. Eski ben değilim. En uzak, en sıradan, en bir lokma bir hırka savaşçısı özüme döneli hanidir. Yardımınıza ihtiyacım var.
Bu toplum, şimdi de polis mi asker mi noktasına sürüklenmeye çalışıyor. Soru iki şıklı.
Ne zamandır polisin son yıllarda inanılmaz bir tekamül gösterdiği, batılı meslektaşlarını aratmayacak düzeye burun attığını okuyoruz. 
Hayat akışımızda vazgeçilmez bir yer edinmiş olan Taraf gazetesinin polis yazarları var sözgelimi. 1 Mayıs dayağından geçen, el içinde kafası tekmelenen SİVİL genç kızların üstünden atlayıp televizyonlarda polisin haklı savunusundan, durumu mükemmel idare ettiğinden bahsedebilen. Celalettin Cerrah ve bütün bıyıklarına kefil olabilen. Üstelik Taraf gazetesinde. Başkaları da var ya, henüz üniformasızlar, üflesen boşa gider.
Radikal’deki cehennem katlarına alışığız, en serin katı tutup size ulaşmaya çalışırız hiç değilse. Ama canım Murat Belge bu şerbeti bol kaçmış katmerden sıkılıp fikirdaşlarının yanına göçtüğünü belirtmişti ya, ona yanarım. Garnizon sonrası karakol komşuluğu onu mutlu etmez, bilirim. 
Şimdi, tescilli işkenceci polise mi yoksa tescilsiz Şemdinli-Susurluk-JİTEM’ci askere mi dayamalıymışız demokrasimizin sırtını.

Demokrasi, aklı başında her insan gibi kuşkuyla yaklaştığım bir ülküdür. Ama güvencesinin
işkencecilerden, darbecilerden, Ergenekonculardan, Fethullahcılardan geçmeyeceğini de bilirim.
Şimdi simidi en sığ denize atmış bezgin liberallerden bir demokrasi dersi dinlemeye de hazırım üstelik. Nicedir kendilerinden Fethullah hoca efendinin dokunulmazlığı üstüne ders dinliyoruz.
Öte yandan rütbesi içinden teyellilerin bu örgütçü, filozof mukalliti imama karşı açtıkları savaşın yordamına ne demeli? Demokrasi ülküsüne saygısı olan herkesi tiksindirecek; daha önce aydınlara, komünistlere, solculara, anarşistlere, velhasıl ötekilere kullandıkları katakulliyi cemaate yöneltmelerine ses çıkartmamak da mümkün değil.
Ama kendini çok kısa zamanda demokrasi karakolunun dışında çay içen mahalle bekçisine dönüştürmüş genç-yaşlı özgür demokratlar da ortalığa bakıp yalnız Kemalist Davranış Bozukluğu’ndan (KDB) muzdarip olanları gördüğü için demokrasi mücadelesini sadece Fethullah efendinin hakları konusuna bağlama gayretinde.
Bir kez daha tekrarlıyorum: Milletimizin en büyük ihtiyacı ekmek-su değil, utanç duygusudur.
Dolayısıyla bir yandan Ergenekoncu larını tutuklayan sivil polis ve acı kokteyl hukukun yanılmazlığına, öte yandan insanları fütursuzca fişleyen, memleketi koca bir kışlaya çevirmeye ant içmişlere karşı söz üretecek iken, birinden birinin gölgesine sığınmamız gerekiyormuş.
Ve bunun adı laiklikmiş, sivillikmiş, demokratlıkmış, milliyetçilikmiş.
Bu memlekette çarpıtılagelen bu kavramları bir yana bırakalım. Her zaman durdukları yere. Bir yana. 

Sivillere dikiniz
Size iki haber sunacağım. Birincisini ben bile geç fark etmişim. Sonucu bizim gazetede çıkınca aydım: ‘Şehitlere ödenen tazminatın, aynı çatışmada öldürülen PKK’lıların varislerinden alınması için harekete geçen Savunma Bakanlığı, hukuk engeline çarptı.’
Hikâye, açıkca şudur: Piyade er Osman Altınsoy, 2002’de, Diyarbakır’ın Lice ilçesindeki çatışmada şehit olur. İki kardeşine 3 bin 502 lira tazminat ödenir.
Savunma Bakanlığı ödenen bu tazminatları devletine yediremez. Muhteşem bir çözüm üretir bu duruma. Ödediği tazminatların, ikisi aynı çatışmalarda öldürülen altı PKK’lının varislerinden alınması için harekete geçer.
Lice Askerlik Şubesi Başkanlığı, 2005 Nisan’ında Lice Sulh Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak ölen şehitlerin ailelerine ödenen tazminatın çatışmada öldürülen PKK’lıların ailelerinden tahsil edilmesini ister.
Şükür, mahkeme hâkimi henüz izanını kaybetmemiş bir hukuk adamı olarak, ‘PKK’lıların eylemlerinden, aileleri olan davalıların sorumlu tutulamayacağı ve davalı aileler ile eylemler arasında bir bağ olmadığı’ gerekçesiyle reddeder.
Kürtleri vahşi törelerin yamyamı, kabile hukukunun bendeleri ilan edenlere duyurulur.
TC., PKK’lı, üstelik öldürdüğü insanların ailelerinden kendi şehitleri adına ‘kan parası’ istemiş.  Kabileye karşı kabile hukuku, öyle mi? Neden işi dolandırmadan o aileleri de kayıp etmemiş acaba? Dişe diş, kana kan, yakışmaz mıydı? Duyulmadık şey değil.

KADER’in yüreğine su serpenlerden Canan Arıtman da benzeri yöntemler önermemiş miydi? Atatürk’ün diğer üvey kızı Birgen Keleş de daha geçen gün, mayınlı arazilerin temizlendikten sonra Türk kökenli vatandaşlara dağıtılmasını, Kürtlere dağıtılırsa PKK’nın eline geçeceğini savunuyordu. Fakat yanlış anlaşılmış. Aslında o ırkçılık etmemiş.
Hepimiz Birgen Keleş’in ne demek istediğini gayet iyi biliyoruz, öyle değil mi?
Andıç’tan tanıdığımız imzacı albayın o belgeyi hazırlamış olduğunu, altındaki imzanın da onun ıslakken kurumuş imzası olduğunu bildiğimiz gibi.

CHP ve Baykal bilmiyor mu pekiyi? Tabii ki biliyor. Ama zaten yukarıda andığım hanımlara yakışır bir parti olarak o belgedeki önerilen yol yordamı benimsiyorlar.
Bu zevatın derdi, belgeyi sızdıranla. Belgenin içeriğine en ufak bir itirazları olduğuna inanmam.
Başbakan polisinin başını okşarken, polis örgütünü yanında hissettiği için öyle söylüyor. Yoksa işkenceden, zulümden arınmış olduğunu düşünmüyor bu kurumun. Hani Hrant’ın gerçek katilleri? Akyürek’e neden dokunamıyorsunuz ey yiğit demokrasi mücahitleri?
Başbakan zaten yıllar önce kendine namlı bir işkenceciyi koruma alırken, onca uyarı ve nümayişe karşın korumasını korurken tıynetini göstermişti.
Herkes kendini kim koruyorsa, onun gölgesinde dinleniyor.
CHP, ordusu olmadan bir hiç. Gölgesinden vazgeçemiyor. Çünkü kendi çoktan tükenmiş. Gölgesi kalmış yadigâr.

Canım memleketim. Sivili sivil değil. Askeri memur değil. Demokratı sahtekâr. Liberali polis.
Ama her saldırıya uğrayan badem gözlü olmuyor işte. Bakın mağdurlardan Fethullah efendi hazretlerinin akademisi Zaman gazetesinde çıkan habere. Meğer  bundan yıllar önce Sivas’da bir otel yanmış. İnsanlar ölmüş.
Ne o tarafta ne bu tarafta, katliamcıları savunmayıp katliamları ört bas etmeye çalışmayan var mı?


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam