18/11/2011 | Yazar: Aslı Alpar

Bu çalışmanın en vurucu yanı belki de portrelerin üzerine yazılan, trans aktivistlerin birer cümlelik mesajlarıydı.

Bu çalışmanın en vurucu yanı belki de portrelerin üzerine yazılan, trans aktivistlerin birer cümlelik mesajlarıydı. 

Kadınların ’kadın’ oldukları, erkeklerinse ’erkeklik kurallarına uymadığı’* için öldürüldüğü bir Türkiye’ye uyanmak. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın tüm ülkelerinde evrensel bir yasa olan ’erkek’ hakimiyetinin aslında tüm cinslere verdiği zarar bunca ortadayken, bir anafordaymış gibi bu hakimiyetten kurtulamamak.. Her gün bir kadın katilinin, ’iyi halden’ serbest bırakılması ve trans katillerinin ’ağır tahrik’ bahanesiyle cezası kalması... Liste uzun. Peki ya hiç mi umut yok?
 
Derken; Bir Sergi Haberi
 
16 Kasım akşamı, Kaos’un “Çarşamba Seminerleri”nden çıkmak üzereyken dernekte bir duyuru yaptılar. İstanbul’da geçtiğimiz hafta gerçekleşen, Gabrielle Le Roux’un, “Trans Onurlu ve Türkiyeli” çalışması Ankara’daydı ve isteyenlerle birlikte sergiye geçilecekti. İstanbul’da olamadığımdan, kaçırdığıma çok üzüldüğüm bu etkinliği, birkaç gün sonra Ankara’da görebileceğimi hiç düşünmüyorken, olmuştu işte. İstikametimiz, Konur Sokak’taki -yeni açılan- Cafe Roxanne oldu. Sergi Roxanne’deydi.
 
Ankara soğuğu, hafifçe bizi ıslatan karla karışık yağmur eşliğinde buraya ulaştık. Bu kenti çok sevmeyen ’denizli kentlerin insanları’, Ankara gecelerinde sokakların sıcaklığını bilseler hiç değilse kara kışta bu kentte yaşamak isterlerdi sanırım. Her neyse vardık biz Roxanne’ye.
 
Asansör doğrudan cafe-bara çıkıyor ve sizi bir anda sergiye katılan güzel insanlar karşılıyorlar. Pembe Hayat bir masa açmış, Lubunya’yı ve Bize Bir Yasa Lazım broşürünü koymuştu buraya.
 
Karşımızda Trans Onurlu ve Türkiyeli.
 
Güney Afrikalı sanatçı Gabrielle Le Roux, LGBT derneklerin ve Af Örgütü’nün çağrısıyla İstanbul’a gelmiş, Trans Aktivistlerin portrelerini yapmıştı. Bu çalışmanın en vurucu yanı belki de portrelerin üzerine yazılan, trans aktivistlerin birer cümlelik mesajlarıydı. Ayrıca her portrenin altında, aktivistlerin kısa öyküleri de yer alıyor.
 
Kalabalığın arasında, kendi eşyalarımı koyacak kadar bir yer edinip, hemen sergiyi gezmeye ve notlarımı almaya başladım. -Evet antibiyotik kullanımı yüzünden içki içemedim, lütfen bunu unutalım-
 
Kısa Notlar
 
Sergiyle ilgili aldığım notların hepsini paylaşmaya niyetli değilim, Ankara’da ve İstanbul’da sergi sürmekte. Bu kentlerde olanların sergiyi ziyaret etmelerini öneririm. Ama bu kentlerin dışında olan arkadaşlarla, aldığım tüm notları ve çektiğim tüm fotoğrafları paylaşmaya hazırım. Şimdilik yalnızca bir kaç not.
 
Ankara’dan Aras gördüğüm ilk portreydi. Portresinde ’Trans Kimliğimi Seviyorum’ yazan Aras’ın şu sözleri sanki benim düşüncelerimin dile gelmiş haliydi: ’Bir şey olduğumu söylemek zorunda kalmak. Bu yüzden benim hayal ettiğim şey cinsiyetsiz bir toplum.’
Yine Ankara’dan Selay, seks işçiliği üzerine çok önemli olduğunu düşündüğüm bir yeri vurgulamış. ’Seks işçisiyim. Çok zor bir iş, dünyanın en zor işi. Yine de en çok yapmak istediğim iş seks işçiliği’ Selay portresine ’Başka bir dünya mümkün’ yazmış.
 
Trans kimliği sebebiyle şidete uğramış ve seks işçisi olmadan önce barlarda çalışan ancak bu işinden geçimini sağlayamayan ve başka bir iş de bulamadığını anlatan Güneydoğudan Su, seks işçiliği üzerine şöyle söylüyor:’...Değişimden sonra da bu işi yapmaya devam ettim, fakat isteyerek yaptığım bir iş değil bu’ Su bizlere portresinde ’Hayatı çok seviyoruz, bizi öldürmeyin’ mesajını veriyor.
 
Destina, muhafazakâr ve dindar olarak tanımlıyor kendini. Ve trans kimliğiyle kendine yol açmış yıllarca mücadele ederek. ’Politik bir partiden erkek görünümüne sahip bir homoseksüelim diye -o zaman homoseksüel deniyordu- ihraç edildim.’ Destina portesine ’Sizler gibi olmamı istediniz ama ben buyum’ yazmıştı.
 
Son olarak portresine ’Translar Vardır’ yazan Pembe Hayat Derneği kurucusu ve başkanı Buse Kılıçkaya ’Hem kadınlardan hem erkeklerden hoşlanıyorum. Yani ben insan seviyorum’ diyor. Buse Kılıçkaya’dan laf açılmışken bir küçük anımsatmada bulunayım. O ve 3 arkadaşı 2010 Haziran ayında polis şiddeti görmüş ve buna rağmen ’polise mukavemetten’ yargılanmışlardı. 27 Ekim tarihinde yargı kararını, Buse Kılıçkaya’nın ’polise direnme’ iddiasıyla 5 ay, Derya Tunç’un aynı iddiayla 6 ay, Naz Güdümen’in ise ’hakaret’ iddiasıyla 1 yıl, ’polise direnme’ iddiasıyla ise 6 ay hapis cezası olarak kesinleştirmişti. Ancak Kasım ayında, Selay Tunç ve Naz Güdümen bu suçu beş yıl boyunca bir daha işlememek suretiyle beraat ettiler. Buse Kılıçlaya ise, hukuki mücadelesine devam ediyor.
 
Sergi Sonrasında Eve Dönerken
 
’Mülkiyetin en erken geliştiği çoban halkların yeni üretim ilişkilerinin itmesiyle, hızla terkedilen anasoylu toplum dizgesinden bugüne dek dönüşen toplumsal ilişkiler, cinsiyetlerin birinin -elbette mülkü elinde tutanı- üstün tutulmasıyla diğerlerini çiğneyerek, diğerlerinin yaşamasına izin vermeyerek, onların özgürlüğünü iğdiş ederek gelişti. Kökünü binlerce yıllık tarihten alan bugünün cinsiyetçi toplumsal ilişkilerinin, yalnızca, bir arada yaşama arzusuyla dönüşeceğine inanmak mümkün değil benim açımdan. Çünkü tarihte diğer dönemlerde olmadığı kadar geniş kapsamlı bir saldırı altındayız. Artık patriyarki coğrafyalar arasında büyük farklılıklar göstermeden, topyekun bir şekilde bizleri vuruyor. Küresel sermaye, küresel yasaları belirliyor. Bugün mülkü elinde tutan yalnızca erkekler değil, -erkekler kadar olmasa da- kadınlar ve lgbt bireyler de artı değerin önemli bir bölümünü paylaşıyor. Ama mülkü koruma, onu büyütme arzusu, tarihin erkek cinsine yüklediği ’erkekliği’, sermaye sahibi, kadın ve lgbt bireylere de yüklüyor. Bu kaçınılmaz olmasaydı toplumsal cinsiyet hiç gelişme alanı edinemezdi kendine tarih içinde.’
 
Bunları ve sergiyi düşünerek yürüyorum. Geceleri sokakların ıssızlığı güzel, birçoğumuz bunun tadına pek varamasak da. Yürüdükçe sokaklar biraz daha ıssızlaşıyor. Basının her gün ajite ederek -ajite etmek yalnızca olayı yabancılaştırmaya yarıyor- verdiği kadın cinayetleri, tecavüzleri, lgbt bireylerine karşı işlenen suçları bir yandan ’geceleri sokaklarda olmayın’ mesajı veriyor. Biz bu sokaklardayız, bu sokaklarda, bu saatlerde, buradayız geceleri de gündüzleri de, diyebilmek. Ve ıssızlaştırdıkları sokaklarımızda, karşılaştığımız kadın, trans, gey, lezbiyen, biseksüel, daha bir güvenle yürümemize neden oluyor. Sokaklardan birbirimizi topluyoruz, yürüyoruz. Alanlardayız, geceleri ve gündüzleri. Evlerinden kadınlar çıkıyor, işyerlerinden, okullardan, her yerdeyiz, yürüyoruz. Sınıflı toplumların yazgısı gibi sunulan, cinsiyetlerimiz ya da yönelimlerimiz nedeniyle bizi daha fazla sömüren bu sistemin karşısında dikiliyoruz. Geceleri sokaklar bizim, bedenimiz bizim, emeğimiz bizim diyerek. Umudumuz var gecenin karanlığında, sokaklarda!
 
Eve varıyorum.  
Bu yazının başlığını oluşturan cümlenin sahibi, aynı zamanda benim en çok sevdiğim portre.
 
Bu arada sergi mekânı: Cafe Roxanne - Konur Sokak 10/20 Kat:5 İgeme Apt. Kızılay/ANKARA
 
İyi seyirler ve mücadeleye devam!
 

Etiketler: kültür sanat
nefret