03/07/2009 | Yazar: Reşat Şaban

Ovidius, uzun yıllar önce bene vixit qui bene latuit yani, ‘gizli yaşayan bahtiyar olur’ diyerek yaşamda mutluluğun sırrını veriyordu.

Ovidius, uzun yıllar önce bene vixit qui bene latuit yani, ‘gizli yaşayan bahtiyar olur’ diyerek yaşamda mutluluğun sırrını veriyordu. Kıbrıs’ı düşünerek mi söyledi bilmiyorum ama adalı olduğuna göre bir bildiği vardı belki! Sosyal yaşamın dedikoduyla örülü olduğu, insanların nefes alıp verişlerini bile  diğerlerinin düşüncelerini dikkate alarak düzenledikleri bir ada bizimkisi! Bu ortamda, LGBT hakları için bir arpa boyu yol kat etmeyen hükümetlerin yarattığı insan hakları sorununa, LGBT bireylerin görün(e)meme sorunu da ekleniyor. Toplumdan dışlanan ve Anayasa’daki sözde eşitliğe karşın ‘doğaya aykırı cinsel ilişki’ kamburunu her cinsel pratikte zihninden geçirmek zorunda kalan LBGT bireyler hetero-homoseksüel teatral bir yaşam sürdürmek zorundalar. 

28 Haziran, yani ‘Stonewall Inn, 1969’ Ayaklanması’nın 40. yılı Kuzey Kıbrıs’ta maalesef LGBT görünürlüğü olmadan geçeceğe benziyor. Oysa belki tam da bugün bir kez daha gündeme getirilmesi gereken çok somut bir sorunu var Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan LGBT bireylerin. Fasıl 154 Ceza Yasası’nın değiştirilmesi konusundaki öneri, Nisan 2008’de, Homofobiye Karşı İnisiyatif tarafından Meclis’e sunulmuş olmasına karşın, hâlâ gündeme alınmadı. Meclis’te erk sahibi olanların, ILGA Mayıs 2009 Raporu’nda KKTC’nin ‘devlet destekli homofobi’ listesinde yer almasıyla herhangi bir sorunu yok anlaşılan! Sağcı, solcu, sosyalist ya da milliyetçi fark etmez, siyasi partilerimiz yalnızca Kıbrıs sorunu üzerinden siyaset yapmaya devam ediyorlar. Kıbrıs sorununa yüklenen anlam bu kadar büyük olduğu sürece, insan hakları, insan ticareti ve türevlerinin çözümü ancak bir kapsamlı çözüm sonrasında değerlendirilebilecek demektir!
 
Amacım eşcinsellik gerçeğine bir tarih yazmayı denemek değil. Eşcinselliğin eski Yunan’dan beri var olduğunu kanıtlamaya da çalışmayacağım burada! Ama yaşanmakta olan pratiği daha anlaşılır kılmak adına en azından yakın geçmişe dikkat çekmek istiyorum. Bunun için de, 2005 yılında piyasaya çıkan ve benim kısa bir süre önce izleme fırsatı yakaladığım A Love to Hide filminden yararlanacağım.
 
Fransız yapımı filmin merkezinde İkinci Dünya Savaşı var. Irkçı ve insafsız Nazilerin, yalnızca Yahudileri değil, seks işçilerini ve eşcinselleri de, toplumun ahlaki değerlerine uymadıkları ve ari ırka yakışmadıkları gerekçesiyle toplama kamplarına doldurdukları hatırlatılır filmde. Fransız bir ailenin büyük erkek evladı, eşcinsel olduğu için Naziler tarafından gecenin bir yarısı apar topar alınır ve kamp kamp dolaştırılır. Ama yine de bu genç ‘şanslı’ eşcinsellerdendir! Zira onu damgalamak için (sonradan eşcinselliğin sembolü olarak kullanılacak) pembe üçgen yerine, Fransızlar için seçilen mavi dikdörtgen kullanılmaktadır. Esir kamplarını gezme cesaretini gösterenler, buraların ne kadar depresif yerler olduklarını bilirler. Eminim şu an bu yazıyı okumakta olan birçok kişi için, at ahırı olarak tasarlanmış mekânlarda, 50 kişinin bile yatamayacağı yerlerde 400 kişinin, uyumaya ve insanlıktan uzak şartlarda yaşamaya zorlandığını hayal etmek güçtür. Ama maalesef eşcinseller, sırf cinsel yönelimleri dolayısı ile 1933 yılından başlayarak bu kamplarda tutulmuş ve sözüm ona ‘erkekliği öğrenme’ kurslarında ‘eğitim almak’ zorunda bırakılmışlardır. Direnip de, ‘ben erkeklerden hoşlanan bir erkeğim’ diyenler ise, ya anadan doğma soyulup, başına bir saman torbası geçirilerek lav ateşine tutulmuş ya da başına sıkılan tek bir kurşunla öldürülmüştür (takdir edilecektir ki bunlar o dönemdeki en kolay kurtuluş yollarıdır). Filmde Fransız genç, ‘erkeklik eğitimi’ni tamamlamaz ve diğer eşcinsellerin gözü önünde öldürülmesine razı olmadığı için Dachau Kampı’na gönderilir. Eşcinselliği düzeltilebilecek bir hastalıkmış gibi gören hekimler tarafından lobotomiye tabi tutulan genç, kamplar boşaltıldıktan sonra evine döner; fakat yaşamı pek uzun sürmez. Çünkü yapılan hormon ‘tedavisi’, psikolojik baskı ve lobotomi ile beyne müdahale onu heteroseksüel yapmaya yetmez ama yaşamını kısaltmak için fazlasıyla yeterlidir.
 
Nazilerden kurtulduk diye sevinenler kendilerini ‘demokratik’ müdahaleler halkası içerisinde bulurlar daha sonra. Eşcinsellere yapılan ‘tıbbi müdahaleler’ 50’lerin sonuna kadar devam eder. ABD’nin başını çektiği ‘çağdaş’ ülkelerde, eşcinsel bireye yönelik olarak, cinsel organından elektrik şoku verilmesi veya buzlu küvetlerde bekletilerek hetero olmasının sağlanması gibi ‘son derece modern’ yöntemler kullanılır.
 
Neyse ki Amerikan Psikiyatri Kurumu gibi kurumlarca yapılan çağrılar sonrasında Dünya Sağlık Örgütü, 17 Mayıs 1990 tarihinde eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkarmıştır. Ama bu sonuca ulaşmak sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Binlerce LGBT, sırf cinsel yönelimleri veya cinsiyet kimlikleri dolayısı ile Nazi esir kamplarında öldürülmüş, oradan kurtulabilenler tıbbi deneylere malzeme olmaya devam etmiş, tek tip heteronormatif düzene ayak uydurma terapilerine katılmaya zorlanmışlardır. İşte Stonewall Inn tam da böyle karanlık bir evrede, 27 Haziran’ı 28 Haziran’a bağlayan gece, New York’ta var olan tek LGBT barına polis tarafından yapılan baskınlara artık yeter diyen ve ‘polis haracı vermeye, LGBT olduğumuz için ezilmeye son’ sloganıyla isyan eden LGBT bireylerin eylemine mekân teşkil eder. Bu eylemle, tüm dünyada sembol olarak kabul edilecek olan Stonewall Inn Ayaklanması doğmuş ve LGBT bireyler görünür olma yolundaki ilk adımlarını atmışlardır. Bu nedenledir ki, her yıl bu tarihte, binlerce LGBT bireyin katıldığı Onur Yürüyüşleri gerçekleştirilmekte ve LGBT bireylerin hastalıklı olmadığı ve insan haklarının herkesin hakkı olduğu gerçeği vurgulanmaktadır.
 
Bilindiği gibi, Kıbrıs’ta bugün görünür olan LGBT kitleleri yok. Homofobiye Karşı İnisiyatif Derneği tarafından yürütülen çalışmalar var ama Fasıl 154’ün varlığı ve küçük toplum olmanın verdiği dezavantaj dolayısı ile LGBT bireyler hâlâ görünemiyor. LGBT bireyler ‘buradayız ve varız’ diyemediği, yani görünür olmadığı için de LGBT hakları elde edilemiyor. Ve maalesef LGBT bireyler, bu yıl da, Ovidius’un söylediğini yapmaya, bahtiyarlığı gizli yaşamakta aramaya, heteroseksist düzene esir olmaya ve hastalıklı olarak damgalanmaya devam ediyor! 


Etiketler: yaşam, dünyadan
İstihdam