18/07/2017 | Yazar: Karin Karakaşlı

Kibrit alevinde ne düşler gördüğünü kimseler bilemezdi ki…

Sıradanın sıradanı bir gündü. Pis bir yağmur, zalim bir rüzgâr ve sıkıcılıkta birbiriyle yarışan dersler. Tinrin boş gözlerle bahçe adı verilen iç kapatıcı avluya baktı. Okul nefreti bir anda yine bütün benliğini ele geçirdi.

Eskiden olsa teneffüste Devsev’in yanına gitme hayali kurardı. Onu da atmışlardı işte okuldan. “Benim hikâyemin sonu hep atılmakla biter. Aldırma” demişti Devsev.

Aşkı Devsev. Kendisinden büyük, herkesin serseri dediği, şu saçma dünyadaki tek arkadaşı Devsev. İlk tanıştıkları gün vermişti bu adı ona. İsimler çok sıkıcıydı çünkü, insanı anlatmıyordu. Kendine kendi ismini vermeli, canın sıkıldıkça değiştirmeliydin. Dev gibi bir çocuktu, ilk anda da sevmişti. Devsev’di işte o. Kocaman gülmüştü bu isme.

Devsev isim oyununu oynayabildiği iki insandan biriydi. Diğeri de öğretmeni Benekli Göz. Edebiyat öğretmeni, okulda ve genel olarak dünyada varlığına katlanabildiği az sayıdaki yetişkinden biri. Tinrin’in anlamını ilk ona söylemişti. Neden diye sorduğundan. “Red Kit’in Rin Tin Tin’inden ilhamla. O salak sanılan köpeğin yenilmez bir hali var. Kimse zarar veremez ona. Ters çevirip kısalttım.”

Benekli Göz okulda ona soru sorarken Tinrin diye seslenen tek öğretmendi. Sırf bunun için bile sevilmeye değerdi aslında. Ama kalbindeki esas yerini “Sence benim ismim ne olurdu?” diye sorduğunda almıştı. Tinrin’in yanıtı hazırdı. “Siz Benekli Göz’sünüz. Kadının şaşkın bakışını görünce, gülerek anlatmaya koyulmuştu. “Üzülünce gözleriniz kahverengi oluyor. Çok sıradan. Oysa aslında toprak rengi. Toprak kahverengi değildir, çok daha fazlasıdır. İşte toprak rengi gözlerinizin içinde gülümsediğinizde benekler ortaya çıkıyor. Ben gözlerinizi öyle seviyorum.”

Kadın bir an için dalmış, Tinrin’in çok sevdiği bir özelliği olan şakacılığıyla kendi kendisiyle dalga geçmişti. “Gözlerime böyle bakan biriyle karşılaşmayalı epey oldu!”

Tinrin de şu okulda iyi bir şeyle karşılaşmayalı epey olmuştu. En son ihtiyacı olan şey de bugün yaşanmış, Benekli Gözle tartışmıştı bir önceki ders. Sıkıldığında hep yaptığı üzere saçlarını bir tarafa doğru yatırmaya ve tırnaklarının kenarını kemirmeye koyuldu. Ne yapalım, bir kere tuhaf bir şekilde gergindi kadın. Hiç huyu olmadığı halde sınıftaki uğultuyu durdurmak için bağırmıştı. Sınıf defterini dolduran elleri titriyordu. Derken dönem sonu gösterilerinden bahsetmeye başlamıştı. “Ben kimseyi zorlamak istemiyorum ama sesini duyurmak, derdini anlatmak isteyenleri davet ediyorum. Bazen herkesin gösteri zamanı gelir” demişti.

Kışkırtıcı laflar… Gösteri Tinrin’in işiydi. Dünyanın canına okuyası vardı. Kendisini köşe başlarında kıstırıp dövmeye kalkan gürbüz errrkek tayfası, aynı işlemi dedikodularla yapan sürüngenler, “Kızkardeşin bile böyle şeyler takmıyor. Nedir senin bu halin diye elini kutsal hazinesi çiçekli şalına uzatmaya çalışan baba… Liste uzayıp gidiyordu. Tinrin, başa çıkma sanatlarına öğrenmeye başlayalı çok olmuştu. Gücünün yettiğiyle dövüşme, yetmediğinin zayıf noktalarını izleme, “Canım oynayacak topunuz mu kalmadı” diye ön alma, safları bölme, dedikoduyu örümcek ağlarına çevirme, o şala uzanan eli bir bakışla durdurma… Liste uzayıp gidiyordu.

Köşe kıstırmalarından birine Benekli Göz’ün tanık olup errrkek tayfasına had bildirmesi beklemediği bir şey olmuştu. Benekli Göz’ün de ayakta kalma sanatı vardı demek. Geçen gün gördüğü buydu. “Siz adam olmayı yanlış yerinden anlamışsınız. Eşitsiz kavgaya linç derler. Lince de göz yummam” deyivermişti buz gibi bir sesle. Gözleri simsiyah olmuştu. Tayfa gık demeden dağılmıştı.

Besbelli bugün ders yapacak hali yoktu. Sınıfta gösteriye katılmak üzere kalkan parmaklara isteksizce bakmıştı. Her dersi en üst dereceyle bitirmeyle azimli olanlardan bir demet. Bir ara göz göze geldiler. Tinrin bakışını kaçırdı. Kışkırtılmayacaktı. Gölgeden halledebiliyordu işini. Sahne ışığına mecali yoktu şu an. Çaktırmadığı yaralarını geceye akıtıyordu. Hayalinde konuştuğu Devsev’e… Yetiyordu işte.

Benekli Göz, isimleri not ettikten sonra sınıfı serbest çalışmaya bıraktı. Bir süre sonra da Tinrin’in en arkada tek başına oturduğu sandalyenin yanına ilişti. “Sen de istersin sanmıştım” dedi.

İçinde öfke yükseldi bir anda. Yetişkinler ve tuzakları. “Niye? Geçen gün süper kahramanlık yaptınız diye size bir borcum olduğunu mu düşündünüz?”

Kadın bir an sözün şiddetiyle yaylandı. İşin garibi kendi sözü kadına çarpıp sahibine geri tosladı. Kulakları uğuldadı bir an Tinrin’in. Başını eğip kendi kendine mırıldanır gibi konuştu. “Bencil nedenim şu: tek köşeye sıkıştırılan sen değilsin, sana ihtiyacım vardı. Sencil nedenim de söyleyeceklerin olduğunu düşünmüştüm, sana iyi geleceğini.” Kaçamak bir bakış attı, utanmış gibi. “Çetele tutsam bu dünyadan alacaklıyım. İyilik değil, olması gerekeni yaptım. Yani borcun falan yok. Rahat ol”. Bir şey demesini beklemeden de hızla yanından uzaklaştı.

O saatten beri öğretmenin ifadesi gözünün önünden gitmiyordu. Kırgın ve anlayışlı… En kötü kombinasyon.

İçi patlar gibi olunca tuvalete gitmek bahanesiyle dışarı attı kendini. Önce bir öğretmenler odasına bakındı. Benekli Göz orda değildi. Derken müdürün hafif aralık kapısından gördü onu. Müdür elbette ki makamında oturuyordu. Kadının yanındaki koltuğa geçmeye tenezzül etmemişti. Benekli Göz o konuşurken sürekli iç içe geçirdiği parmaklarına bakıyordu. Tinrin aralık kapının kenarına geçip pozisyonunu aldı. Kendisi hakkında yapılan dedikoduları kaydetmekle ünlü antenlerini açıp odanın içini emmeye koyuldu.

“Çocukları serbest bırakma anlayışınız açıkçası benim açımdan biraz sorunlu hocam” dedi müdür, hoca kelimesini iğrenç bir abartıyla vurgulayarak. “Diğer sınıflardan dönem sonu için inanılmaz performanslar, gösteriler çıktı. Sizinkiler ise tembellikte yine birinciliği kimseye kaptırmıyor.”

Benekli Göz’ün sesi işitildi. “Hiçbir öğrenciyi yazmaya zorlayamam Müdür Bey. Yazı bir yetenek. İçlerinden gelmeyen şeyleri yapmamalılar.”

Sıkıntılı bir sessizlik oldu.

“Maalesef içimizden gelmeyen çok şeyi yapmak durumunda kalıyoruz” dedi Müdür alaycı bir sesle. “Mesela daha kısa süre önce bir taciz hikâyesiyle büyük can sıkıntısına sebebiyet verdiniz. Şikâyet ettiğiniz meslektaşınız çok deneyimli ve saygın bir hocamız. Tanık olduğunu söylediğiniz öğretmen de bu işe karışmak istemediğini belirtti. Şimdi ben hem bu durumu hem de düşük mesleki performansınızı değerlendirdiğimde yollarımızı ayırmak durumunda kalabilirim hiç istemeden.”

“Yavşak” diye tısladı Tinrin. O adamın vukuatları öğrencilerin başlıca dedikodu malzemesiydi. Asılmadığı kadın öğretmen kalmamıştı okulda. Ve hatta liseli kız da… Hepsi örtbas edilmişti. Ama Benekli Göz’ü de taciz ettiğini bilmiyordu.

Kadının sesi işitildi. Donuk ve kesik kesik… “Taciz hikâye değildir. Yaşatılması kadar inandırılmak zorunda bırakılmak da travma sebebi. Burada sizinle bu konuyu konuşacak değilim. Besbelli öğretmenler odasında yaşadığım kıstırılmışlığı tam o an kapıdan girip hem önleyen hem de her şeyi gören kadın arkadaşım bir şekilde korkutulmuş. Size ne bu konuda ne de öğrencilerimin başarısı konusunda performans kanıtlama borcum yok Müdür Bey. Notlar ortada. Tıpkı tacizin kendisi gibi. Benimle çalışmayı sonlandırmak için daha iyi gerekçeler bulmalısınız.”

Benekli Göz aralık kapıdan öyle bir hışımla çıktı ki Tinrin’e bir diğer uzmanlık alanı olan kaçış için fırsat kalmadı. Yüz yüze geldiler.

“Ne yapıyorsun burada?” diye fısıldadı Benekli Göz bir yandan da koluna girip hızla çekiştirdi Tinrin’i.

“Ders çok sıkıcıydı. Tuvalete diye çıktım. Sonra sizi gördüm işte. Asıl ders buradaymış” dedi Tinrin. Ön almak üzere de ekledi. “Sakın oda dinlemek doğru değil falan demeyin şimdi olur mu?”

Öğretmeni öylece baktı ona. “Yoo, demem öyle bir şey. Burada doğru olan ne kaldı ki zaten” dedi, yürümeye başladı.

Tinrin peşi sıra seğirtti. “Ne yapacaksınız peki şimdi?”

Benekli Göz omuz silkti. “Tiradımın bir süreliğine etkili olacağını umuyorum. Onun dışında yapacak fazla bir şey yok.”

Tinrin yine saçını yana doğru yatırdı. Çiçekli şalının ucuyla oynadı. “Başınıza geleni bilmiyordum” dedi yavaşça.

Kadın gülümsedi. “Haliyle pek bildirilesi bir şey değil.”

Tinrin hırsla atıldı. “Fikrimi değiştirdim. Aklımda bir masal var. Sınıf adına okumak isterim gösteri günü. Ama sizin için de sürpriz olacak. Bana güvenir misiniz?”

“Elbette güvenirim de hayırdır ne oldu?”

“Repliğinizi çalayım bu noktada. Bencil ve sencil sebeplerim var.”

Benekli Göz bir kahkaha attı. “Müdür Bey’e ismini veriyorum o zaman. Eminim o da çok sevinecek” diye dalga geçerek göz kırptı Benekli Göz. Ne de olsa Tinrin, sürekli şikâyet üzerine kendini o sevimsiz odada, odadan daha sevimsiz Müdür’ün karşısında bulmakla nam salmış efsane öğrenciydi.

O gece sabaha kadar bilgisayar klavyesine piyano muamelesi yaparak hışımla yazdı Tinrin. Her söz bir sonrakini çağırır gibiydi. Sabaha karşı sırtı ve boynu tutuk bir halde yatağa attı kendini. Sonraki günlerde de okuma provalarına koyuldu. Nerelerde duraklayacağını, doğal kılıklı mimikleri ne zaman devreye sokacağını çalıştı. Gösteri sabahı Devsev’in “Bu sana nasıl da yakışıyor. Sakın çıkarma onu” dediği çiçekli şalını özene bezene taktı. Dünyaya ve sahnelere hazırdı.

Küçük skeçlere, dans gösterilerine, şiir okumalarına sabırla katlandı. Sıra kendisinde geldiğine az önce kasten çekiştirdiği şalını şöyle bir düzeltti ve mikrofona tısladı. “Öncesinde sizi uyarmak isterim. Aslında ben masal sevmem. Hemen hepsinde bir şeyler beni rahatsız eder.” Bu noktada durup ilk sıradaki müdürün yüzüne dik dik baktı bir an, coşkuyla devam etti. “Ama sonra aslında meselenin başka olduğunu gördüm. Masalı seviyorum, yazan bensem…” Pis pis sırıttı. Bu iddialı laf üzerine salonun sıralarından tezahürat sesleri yükseldi. Sonunda müdür yerinden kaykılıp koca gövdesini göstererek öğrencileri susturmak zorunda kaldı.

“Her neyse” diye devam etti Tinrin tadını çıkara çıkara, “Bu dünyada anlatılacak bir sürü başka hikâye var. Ben de onlardan birini seçtim.” Bu kez de içinde bal rengi beneklerin oynaştığı ve merakla kendisine bakan toprak gözlere dikti bakışını. “Bu masal aslında öğretmenim için. Masalın adı Kibritçi Kraliçe… Bir uyarı daha; masalımın, Hans Christian Andersen’in ağlak Kibritçi Kız’ıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. ” Gülümseyerek reverans hareketi yaptı. Ardından da şalını arkaya atıp okumaya başladı:

“Bir zamanlar, ülkenin birinde korkunç bir soğuk vardı; kar yağıyordu ve akşam karanlığı bastırmak üzereydi. Yılın son gecesiydi, yani yılbaşı gecesi. Bu soğukta, bu karanlıkta, küçük bir kız çocuğu, yalın ayak yürüyordu sokakta. Aslında evden çıkarken ayaklarına terlik giymişti ama bunlar bir işe yaramamıştı! Ayağına çok büyük geliyorlardı, bunlar eskiden annesinin giydiği terliklerdi. Öyle büyüktüler ki, küçük kız sokakta karşıdan karşıya geçerken, doludizgin giden iki araba üzerine doğru gelince, telaştan terlikler ayağından çıkıvermiş ve kaybolmuştu. Birini bulamamış, diğerini de bir oğlan alıp kaçmış, kaçarken de, ilerde bir çocuğu olursa terliği beşik yerine kullanacağını söylemişti.

Oğlanlar böyleydi. Kızlar da böyle. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, insanlar böyle. Hep alay etmeye hazır. Hep bir açık peşinde. Üstelik bu sefer açık olan şey hani gerçekten açıktı işte. Ayağında çoraplarıyla yürüyordu. Dünya böyle saçmalıkları affetmezdi.

Oysa sorsalar anlatırdı. Hırsla çıkmıştı evden. Yine anne babası kavgaya tutuştuğundan. Onların sesini bastıran bir müzik henüz bulunmadığından. Kaçacak delik kalmadığından. Yoksa kendi de Yılbaşı günüyle televizyonun önündeki kanepeye kıvrılmayı bilirdi. Ve aslında yine o bağırışlar başlamadan yaptığı tam da buydu. Ekrandaki saçma görüntülere bakar gibi yapıp kendi hayal dünyasında bir film uyduruyordu.

Şimdi bazılarınız o soğukta sokağa fırlayacağına seslerini kesmelerini söyleseydin diyebilir. Küçük kız bu noktada onlara bir akıllı siz misiniz kaç kez denedim biliyor musunuz cevabını verirdi. Ama işte zaten soru soran da yoktu.

Böylece kız, annesi her zamanki gibi bütün ayakkabıları dolaba kaldırdığından ve ortalıktaki ilk şey o koca terlikler olduğundan onları ayağına geçirip usulca dışarı attı kendini. Anne babası halen bağırışmakta olduğundan çıktığını fark etmediler bile.

Sokağa çıktığı anda kraliçe oldu. Kibritçi Kraliçe. Çünkü paltosunun cebi kibritlerle doluydu. Evde kibritle çakmakla oynaması yasaktı. Mum yakması da. Oysa şu dünyada o bir anda beliren alev-ışıktan daha güzel hiçbir şey yoktu. “Evi mi yakacaksın. Nedir bu kibrit aşkı” diye haykırmıştı babası. Konu; ev, mobilyalar, araba, makineler gibi birtakım eşyalara geldiğinde, kendinden geçiyordu.

Soğuktan donan ve hafif uyuşan parmaklarını bir an nefesiyle ısıtıp hışımla saçlarına davrandı. İki yandan tokalı ve at kuyruğuyla toplanmış saçlarındaki o nefret ettiği her şeyi söküp attı. Saçları bir anda kıvır kıvır omuzlarından aşağı döküldü. İkinci dakika beyaz kar taneleri parlak yıldızcıklar gibi içlerine kondu. İşte tamamdı. Kar taneli Kibritçi Kraliçe. KKK!

Karnı acıkmıştı. Öfkelendiğinde içi boşalıyor ve o boşluğu doldurması gerekiyordu. Yine sevdiği her şey gibi ya zararlı ya tehlikeli ilan edilmiş olan hamburgerde karar kıldı. Büfeden hamburgerini alıp her lokmasının tadını çıkara çıkara yedi. Bir yandan da Yılbaşı yemeği için hızlı adımlarla evlerine koşturmakta olan insanları süzüyordu sıkıntıyla. Çoğu birbirinden zerre hazzetmeyen bir sürü akraba bir sofra çevresinde toplanıp birbirine inceden laf sokacaktı yine. Tiksintiyle yüzünü buruşturdu. Nasıl da nefret ediyordu bu yalan hallerden. İki yıl önce halası olacak kadın annesine “Bak zamanla neler öğrenilmiyor ki. Bu yıl nihayet tavuk pişmiş” diye aklı sıra şaka yapıyormuş gibi ok fırlattığına ve annesi, eşinin hiç aldırmadan şarabını içmeye devam edip bu laf hiç söylenmemiş gibi davrandığını görünce görünmez okla kalbinden vurulduğunda aniden ayağa fırlayıp ‘yanlışlıkla’ masadaki şamdanı halanın üzerine düşürüvermişti. Kadının çığlığını hatırlayınca gülümsedi. Ateş hep işe yarıyordu.

Ateş hep işe yarardı. Cebindeki kibritlerle sigarasını yaktığı Devsev’i düşündü. Aşkı Devsev. Kar taneli Kibritçi Kraliçe’nin tabii ki aşkı olacaktı. Kendisinden büyük, herkesin serseri dediği arkadaşı Devsev. İlk tanıştıkları gün vermişti bu adı ona. İsimler çok sıkıcıydı çünkü, insanı anlatmıyordu. Kendine kendi ismini vermeli, canın sıkıldıkça değiştirmeliydin. Dev gibi bir çocuktu, ilk anda da sevmişti. Devsev’di işte. Kocaman gülmüştü bu isme.

Devsev okulun belalısıydı. Kimselerin doğum günü partilerine çağırmayacağı çocuktu. Her yerin dışarlıklısı. Okullardan atılma konusunda kariyer sahibiydi. Hiçbir sınıfa denk düşmeyecek yaştaydı. Kibritçi Kraliçe bu okulda da çok durmayacağını biliyordu onun. O yüzden her an değerliydi. An dediğin upuzun bir şeydi. Hele de kibritini çıkarıp onun sigarasını yaktığında ve eflatun gri bulutlarla kaplandıklarında.

“Gün gelip sigara içesin gelince en azından ilk içtiğin sigarayı hatırlarsın” dedi Devsev uzattığı sigaradan bir nefes çekip öksürmeye başlayan Kraliçe’ye gülerken, “Ben de hep senin kibritlerini hatırlarım.”

“Başkasına sigaranı yaktırmak yok ama” dedi Kibritçi Kraliçe. İçi yanıyordu o yüzden serin şakalar lazımdı. İşe yaradı. Kocaman güldü Devsev. Sımsıkı sarıldı. “Yaktırmam kimseye, söz” dedi. Bir daha baktığında, iki eli cebinde ıslık çala çala yolun köşesinden dönüp yok oldu.

Kar taneli Kibritçi Kraliçe bir kibrit çaktı. O titrek alevi küçük avuçlarında koruyarak dibi mavi sarılığa baktı uzun uzun. Tekrar o âna döndü. Devsev’in yanına. Tekrar sarılmaya. Tekrar ayrılmaya…

Biri hafifçe sokağa doğru taşmış iki evin arasındaki bir köşeye büzülüp oturdu. Ayaklarını hissetmiyordu bile. Pembe çorapları su almış ve donmuştu. Ama yine de eve dönmek istemiyordu. Bazen o merkezi ısıtmalı apartman dairesindeki mis gibi yatağında şu ankinden daha çok üşüyordu. Kasılıyordu hatta. Bir kibrit daha çaktı. Avucunun içine alınca, küçük bir mum gibi, sıcak parlak bir alevle yandı kibrit. Acayip bir ışıktı bu; Kar taneli Kibritçi Kraliçe bir an evde, kanepede buldu kendini. Anne babası kavgayı kesmişti. Hatta birbirilerine takılıp gülüyor, daha kendisi dünyada yokken yaşadıkları komik bir şeyler anlatıyorlardı ona. Babası pembe çoraplı ayaklarını ovalıyordu. Başı annesinin kucağındaydı, saçları karmakarışık açık… Derken kibritin alevi söndü, Kar taneli Kibritçi Kraliçe kanepeden düştü, kendini yine büzüştüğü köşede buldu. Elinde dibine kadar yanmış eğri büğrü bir kibrit çöpü vardı.

Bir kibrit daha yaktı. Alev parladığı anda kendini okul binasının önünde buldu. Devsev’i atan okul. Hayalinde elindeki kibriti şöyle bir havayla sallayıp binaya doğru fırlattı. Kâğıt eve dönen okul, çıtır çıtır yanmaya başladı. Kibritçi Kraliçe manzarayı, tadını çıkara çıkara izledi.

Bu hayalin sonu da eciş bücüş, simsiyah bir kibrit çöpü olarak son bulunca, yerinden isteksizce doğruldu. Artık üşümenin eve gitme isteksizliğine baskın çıktığı âna ulaşmıştı. Dizlerini büküp bacaklarını ve zavallı donmuş ayaklarını oynatmaya çabaladı. Tam bir tek bacak üstü duran Flamingo kuşu pozisyonu almıştı ki, öğretmeni Benekli Göz’le göz göze geldi.

Şu okul denen cehennemi katlanılır kılan sayılı insandan bir olan Benekli Göz, aynı zamanda Kibritçi Kraliçe’yle isim oyununu oynayabilen ve en önemlisi Devsev’in okulda kalması için mücadele eden tek öğretmendi. Kadın, farkını “Burada ne yapıyorsun?” ya da “Niye ayakkabın yok?” gibi saçma sorular yerine “Kibritçi Kraliçe iş başında demek. Bugün gördüğüme sevindiğim tek insansın” diyerek bir kez daha konuşturdu. 

“Kötü bir gün mü?” diye sordu Kibritçi Kraliçe. Çünkü gülünce gözlerinin içinde hareli benekler beliren kadının bakışları, bir an karşılaşmalarının sevinciyle ısınsa da donuktu. Evet anlamında başını salladı Benekli Göz. “Yılbaşılarını sevmem. Mutlu olduğum eski zamanları, kaybettiklerimi hatırlatıyor. Şehirde yalnız olmak için fena zaman” dedi kadın kısaca.

“Bütün bunları ne hatırlattı peki” diye sordu Kibritçi Kraliçe. “yani kaybettiklerinizi?”

“Bulamadıklarım” dedi Benekli Göz kısaca. “Bir de aklı sıra beni köşe sıkıştırmaya çalışanlar. Okulda canı sıkılan tek kişi sen değilsin küçük hanım.”

Tinrin bu noktada müdüre ve o askıntı herife şöyle bir baktı. İkisi de kıpkırmızı suratlarıyla bir şey çaktırmamaya çabasından kaskatı bir halde yığılmışlardı yerlerinde. Benekli Göz’se bacak bacak üstüne atmış, hafif öne eğilmiş merakla dinliyordu. Güzel dedi içinden Tinrin. Devam edelim.

“Sustular. Büyük bir şeyler olduğunda, sözcükler küçülür. Hani eninden boyundan çeken kıyafetler gibi kalır. Susmak gerekir. Ama bu soğukta çok da uzun süre susmamak gerekir! “O zaman bir kibrit çakmanızın tam sırası” dedi Kar taneli Kibritçi Kraliçe. “Aleve bakıp hayal edeceksiniz. Alev kadar gerçek sizin.”

Benekli Göz gözlerinde o tanıdık benekler geri gelene kadar güldü. “Tamam öyle olsun” dedi ve kibriti çaktı. Kar taneli Kibritçi Kraliçe alevin ve hayalin güzelleştirdiği o yüze baktı. Kadın, bir kendi bildiği bir dünyaya dalmış, gülümseyerek en çok istediklerini görüyordu. Kar taneli Kibritçi Kraliçe, bir kez daha kibritleri ve kraliçeliğiyle gurur duydu.

Hayal kara kuru bir kibrit çöpüne dönüştükten sonra başını usulca kaldırıp “Teşekkür ederim kraliçem” dedi Benekli Göz. “İşte bu tam bir Yılbaşı hediyesi oldu.”

Yürümeye başladılar. “Yılbaşı demişken, ne yapacaksın bu akşam?” diye sordu kadın.

“Mantıklı bir bahane bulup azar işitmeden eve dönmem lazım” dedi Kraliçe. “İstersen durumu ikimiz için de kurtaralım” diye göz kırptı Benekli Göz. “Evin numarasını söylesene.”

Kibritçi Kraliçe öğretmeninin cep telefonundan annesinin sevinç çığlığını duydu bir an. Demek endişe baskın çıkmıştı. “Ah merak etmeyin lütfen” diye başladı Benekli Göz. “Kızınız bu akşam yalnız olduğumu bildiğinden bana gelip akşam yemeğine davet etmek istemiş. O sırada meşgulmüşsünüz, size haber verememiş. Eğer sakıncası yoksa ikimiz birden bir arabaya atlayıp hemen geliyoruz.”

“Bana öyle muzur muzur bakmayı keser misin lütfen. Bence yalan denmeyecek kadar güzel bu dediğim” diye şakadan söylendi Benekli Göz.

Akşam yemeğinde şarabın tadına bakmasına izin verdiler. Kırmızı şarap içini ısıttı. Yarattığı telaşın şerefine küvette sıcak su dolu banyo yapıp baloncuklarla oynamasına, eskidiği halde en sevdiği pofuduk uyku tulumunu giymesine de izin vardı. Babası yine ayaklarını ovalıyordu. Hem de kibrit çakmadığı halde. Annesi de mutfakta Benekli Gözle tatlı bir sohbete dalmıştı. İki kadının gülüşmelerini izledi mayıştığı kanepeden. Derken annesi elinde bir kibrit paketiyle çıkageldi. “Bence yılbaşı ağacının mumlarını sen yakmalısın hepimiz için” dedi.

Kibritçi Kraliçe yerinden zıpladı. Paketi kaptığı gibi alışık parmaklarıyla dalların ucundaki beş mumu yaktı. Âna şükretti. Işığın içinden beliren Devsev’e sarıldı. Ve bir de alevde hayaller görmeye bir ömür devam etmeyi diledi.

Kibrit alevinde ne düşler gördüğünü kimseler bilemezdi ki…”

*Bu öykü ilk olarak Kaos GL dergisinin "Çocuk" temalı 154. sayısında yayınlanmıştır.


Etiketler:
nefret