30/01/2010 | Yazar: Rahmi Öğdül

Ne de çok kimliğimiz var.

Ne de çok kimliğimiz var. Bölümlere ayrılmış bir hayatın bize kazandırdığı kimliklerimiz arasında öncelik sıralaması yapsak da bu çok sayıdaki kimliğin ağırlığından kurtulamıyoruz. Çalışma yaşamı, uğraşlarımız, cinsel tercihlerimiz, etnik kökenimiz, şehrimiz, aile içindeki konumumuz, ait olduğumuz toplumsal sınıflar; toplum içindeki aidiyetlerimiz üzerinden sonu gelmeyecek bir kimlikler listesi çıkartabiliriz. Her toplumsal bölümlenme yeni kimlikler yapıştırıyor bedenimize.

YAŞAMI SINIFLANDIRMAK

Nedir kimlik? Batı dillerindeki karşılığı ‘identity’; aynı zamanda özdeşlik anlamına da geliyor. Aristoteles mantığını okul sıralarından hatırlarsınız: A A’ya özdeştir. Yani bir şey ancak kendisine özdeş olabilir. A ancak kendi özdeşliğine, kimliğine sahiptir. Diğer her şeyden A’yı ayıran bu kimliğidir. Bu kimlik, bu özdeşlik üzerinden A varlığını sürdürür. Özdeşliği bozulduğunda, yani kimliğini yitirdiğinde ise artık A’nın A olmadığını, başka bir şeye dönüştüğünü söyleyebiliriz. A artık yeni bir kimlikle, B olarak çıkar karşımıza.

Bu sefer de B, sadece B’ye özdeştir deriz. Aksi takdirde darmadağınık gözükecek bir hayatı, düzene sokmak için girişilen bir çabanın ürünüdür kimliklendirme. Hayatı uzlaşımsal olarak tahayyül etmenin, her şeyi yerli yerine oturtmanın, sınıflandırmanın bir yöntemi.
 
Kimlik kategorileri, ister baskıcı yapıların normalleştirici kategorileri olsun, isterse bu baskıya karşı özgürleştirici odaklaşma noktaları olsun, düzenleyici rejimlerin araçları olmaya eğilimlidir.

Kimlikler, bir kütüphanede kitapların sırtlarına yapıştırılan, hangi rafa ve sıraya yerleştirileceklerini gösteren kodlama sistemini andırıyor. Kimlik taşıyan bir şey, iktidarın kodlayıcı mekanizmasından yakasını kurtaramıyor. En muhalif, en marjinal, en ele avuca sığmaz oluş bile bir kimlikle yaftalanıyor ve böylece oluş halinden çıkartılıp, diğerlerinin yanına, ait olduğu rafa yerleştiriliyor.
TEMSİLLERİN YAPIBOZUMU

Dünyaya baktığımızda hep özdeşlikleri, kimlikleri görüyoruz; olup bitmiş, gerçekleşmiş varlıkları. Kimlik, bedenin barındırdığı fark yığınlarının zamansal ve mekânsal olarak edimselleşmiş, gerçekleşmiş halidir oysa; bir zaman diliminde donup kalmış sabitliktir; bir kabuktur. Hâlbuki dünyaya başka türlü baktığımızda, bu kimliklerin altında yatan ve kimlikleri şekillendiren fark yığınlarını görebiliriz. Bir kimliğin kendi özdeşliğini yitirmesine, başka bir şeye dönüşmesine yol açan, içinde barındırdığı bu fark yığınlarıdır. Dünya, kendilerini durmadan oluşturan kimliklerden değil, özgül kimlik formları halinde kendilerini edimselleştiren bu fark yığınlarından oluşmuştur. Bu fark yığınları bu dünyaya içkindir, kendilerinden oluşmuş kimlikler kadar maddidirler.
 
Gel gelelim uzlaşımsal, bildiğimiz anlamda siyaset (makro-siyaset), hep sabitleşmiş kimlikler, temsiller üzerinden sürdürüyor etkinliğini; sabitleşmiş, kendi kendisiyle özdeş olan kimliklerin ve temsillerinin bir mücadele alanı olarak görülüyor siyaset. Mevcut olan ile olması gereken arasındaki gerilim olarak tanımlandığında siyaset odağının, kendilerini durmadan üreten kimliklere ya da temsillere değil, bu kimliklerin altında yatan ve kimlikleri biçimlendiren fark yığınlara kayması gerekiyor; içinde çokluk barındıran öznelerin kendi aralarında doğrudan, mikro düzeyde kurabilecekleri ilişkilere.
 
Makro-siyasetten mikro-siyasete geçildiğinde kimlikler, temsiller yapı bozuma uğruyor; kendisini özneler arasına yerleştirerek aslında durmadan ilişkisizlik üreten iktidarın müdahalesi de ortadan kalkıyor böylelikle. Kimliklerimizin tutsaklığından kurtulduğumuzda kendi aramızda yerel bağlar kurarak yaşanası bir dünyayı hep birlikte, mikro düzeyde yeniden biçimlendirebiliriz belki de.
 

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret