13/06/2014 | Yazar: Fatih Özgüven

’Kış Uykusu’nu günümüz Türkiyesi’ne dair yarı politik bir ’mesel’ olarak okuyacaksak, şehirli, okumuş-yazmış, hâlâ bu memlekete ayarını verdiklerini sananlar için çıkış yok.

’Kış Uykusu’nu günümüz Türkiyesi’ne dair yarı politik bir ’mesel’ olarak okuyacaksak, şehirli, okumuş-yazmış, hâlâ bu memlekete ayarını verdiklerini sananlar için çıkış yok.

Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi ‘Kış Uykusu’na acilen, biraz da kolaycı bir metafor bulmak gerekse, bu şaşırtıcı biçimde güncel bir şey olurdu: Son zamanlarda polis karargâhı olmasına izin verilen Atatürk Kültür Merkezi… Tiyatro(cu)ya karşı polis; bir Türk tiyatrosu tarihi yazmak isteyen eski aktör-yeni otelci Aydın Bey’le daha ilk sahnede onun arabasının camını kıran, ileride de polis olmak isteyen işçi çocuğu İlyas bu filmin ana eksenlerinden biri. Tuzukuru ve özenti cumhuriyet bohemliğine karşılık hınçlı halk çocuklarının iradesi; Nuri Bilge, cumhuriyet bohemlerine bayılmadığını (‘İklimler’, ‘Uzak’) hep açık etmiştir. Bu bakımdan, Haluk Bilginer tarafından canlandırılan, adeta ‘Kar’ romanından fırlama aktörle, ondan sınıfsal/tarihsel intikamını almaya kararlı, babası işçi, amcası imam çocuğun karşılaşmasını da tesadüf saymak zor. Hele Tayyip Erdoğan’ın Devlet Tiyatroları’nın ‘varlık nedeni’ni sorguladığı şu günlerde. 

Gerçi, Nuri Bilge’yi ‘hınçlı halk çocukları’na tamamen hak verirken yakalamak da zordur. Onun filmlerinde, ‘hiçbirimiz masum değiliz’dir. Nitekim, ‘Kış Uykusu’nun en güzel sahnelerinden birinde, bir sarhoşluk sahnesinde, başka bir halk çocuğu, oportünist taşra öğretmeni, Shakespeare’den bir alıntıyla aktöre ‘geçirmek’ isterken niyet elinde patlayacak, Shakespeare’i sular seller gibi bilen aktör onu madara edecektir! (Ya da hemen hemen.) 

‘Kış Uykusu’yla paralellik kurulabilecek metin elbette ‘Kral Lear’. Karlar içindeki ücra ‘krallığı’nda kendi zavallı burnubüyüklüğü içinde yaşayan ihtiyar, en iyi dostu olan akranı çiftçi, kızı yaşındaki karısı vb., yeterince Lear. Gelgelelim, Nuri Bilge’de bir karşı ağırlık, kahramana ayna tutacak bir figür olarak ‘soytarı’ yok. Hiçbir zaman olmadı. Bu kısmen mizahsızlığından, kısmen de belki soytarı figürünün işlevine inanmamasından. ‘Mayıs Sıkıntısı’nda, ‘İklimler’de baba karakterinin sergilediği, seyirciye nefes aldıran hafiflik bu filmde ara sıra şoför, imam, öğretmen vb. tarafından üstleniyorsa da yeterli değil, zaten kastettiğim de o değil. Bu filmde Nuri Bilge’nin soytarısı olsa olsa sinik bir soytarı: Kızkardeş. Kendi mutsuzluğuyla erkek kardeşinin mutsuzluğunu fiştekleyen, sonra da ‘ben ne yaptım?’ diyerek çekilen bu kız kardeş ağabeye tutulacak bir ayna değil, merhemi olsa kendi başına sürecek (aslında çok da geliştirilmemiş) bir karakter. 

Kendi başına bir konu olması dışında, sönmüş erotik bir ihtimal, ya da duygusal bir sınıraşımı ihtimali olarak tek şey kalıyor geriye: Vicdan. Vicdan, Nuri Bilge’de hep problemli bir konu, beliriverdiğinde kendi kendini söndüren bir yalancı ateştir. Bu minval üzre ‘Kış Uykusu’nda da vicdana inananlar da inanmayanlar da tıpkı ‘cansıkıntısı lüksü’ gibi ‘vicdan lüks’ünü kurcalayabilen, üzerinde dakikalarca çene çalabilen şehirli aydın, yarı-aydın karakterler oluyor. Melisa Sözen’in tatlı bir melankoliyle canlandırdığı eş, bu karakterlerin en Çehovienlerinden biri ve Çehov müridi Katherine Mansfield’in ‘Garden Parti’ hikâyesini andıran bir epizodda film onun vicdanını da suratına çarpıveriyor. Bu son yenilgiyle birlikte filmde yenilgiden başka bir şey de kalmıyor. Nerede ne zaman söndüğü belli olmayan bir aşkın ancak gölgesi sadece. (“Bu kız bu adamı niye sevmiş peki, hiç sevmiş mi?” diye düşünüp durdum.) 

İkisi de bir şeyleri kaybediyorlar; genç eş bir sahicilik umudunu, yaşlı adam burnubüyüklüğünü. ‘Kış Uykusu’nu günümüz Türkiyesi’ne dair yarı politik bir ‘mesel’ olarak okuyacaksak, şehirli, okumuş-yazmış, hâlâ bu memlekete ayarını verdiklerini sananlar için çıkış yok. Ateş çoktan sönmüş. Ama filmin asıl kahramanları da onlar, çok boyutlu, zengin, nafile de olsa acılarında ilginç olan onlar. Onlara karşı öfkeli, fırsatçı, dalgacı, ‘devrimci’ tutumlar sergileyenler ise oldukça tek boyutlular; küçük çocuk, imam, öğretmen, şoför, madenci vb. Bu film onlara hemen hiç yaklaşamıyor, olsa olsa onlarla şehirli, okumuş, gafil, gülünç figürler arasındaki mesafeye işaret ediyor. ‘Kış Uykusu’nu insanlık hakkında, şu meşhur lafla ‘evrensel’ bir mesel olarak okuyacak isek, orada da biraz daha derinlik, eski tabirle ‘cihanşumüllük’ bekleyebiliriz. Gülünçlükten geniş anlamda ne kastedildiğini, yaranın derinliğinin hepimize dokunup dokunmadığını sorabiliriz. 

Öte yandan özenle detaylandırılmış, filmik zamana yayılmış, kendi zamanını talep eden bir hikâye olarak ’Kış Uykusu’nun belki en güzel tarafı adeta tiyatroda gibi perdelere-sahnelere yayılmış anlatılış şekli. Büyük sahneler (at yakalama vb.) ya da büyük anlarla noktası konmuş, bazen fazla manidar bir sembolizmden nemalanan (at ve çocuk vb.) bir anlayışın da eksik olmadığı bir ‘form’ bu; sarhoşluk sahnesi, karı koca, ağabey-kız kardeş arasındaki konuşma sahneleri, tren istasyonundaki küçük sahne, sonu hariç genç kadının ‘fakirleri’ ziyaret sahnesi vb. Her zaman olduğu gibi başrollerin dışında nefis karakter rolleri var. Ayberk Pekcan, Tamer Levent, tabii Nadir Sarıbacak yan rollerde ışıklar saçıyorlar. 

‘Kış Uykusu’, kuşkusuz son zamanların en iyi Türk filmlerinden biri. Ama aniden dokunduğu sinir uçları dışında en iyi Nuri Bilge Ceylan filmlerinden biri mi, orası tartışılır.

Etiketler: kültür sanat
İstihdam