17/02/2014 | Yazar: Erdi İnci

"Benim Çocuğum’u, trans çocuğuna ilk kez sutyen giydiren o annenin gözünden izleyebilir ve hissedebilirsek, işte o hiç bilmediğimiz ya da bildiğimizi sandığımız öyküyü dinlemiş, hatta anlamış oluruz"

Zamanında Türkiye’de yayına girmiş ama tutmamış bir yerli dizide, karakterlerden biri diğerine başından geçen olayları, uğradığı tacizleri, yediği dayakları; o an kapalı kapılar ardında yaşadığı aşkı ve bu aşkın yarattığı tehlikeleri anlatırken, en sonunda, bütün bunların sebebini tek cümleyle özetleyivermişti: Bu ülkede eşcinsel olmak suç.
 
Bu “suç”a bulaşmış insanların çoğu, çevresindekilerin bundan haberi olmaması için elinden geleni yapıyor. “Suç”larını ötelenerek, karanlık diyarlara sıkıştırılarak, yani bir nevi Gregor Samsa gibi hamamböceklerine dönüştürülerek, yer altında yaşamaya itiliyor.
 
Bununla birlikte, çocuklarının ve yakınlarının kimliklerini ve yönelimlerini kabullenip onların yanında duran insanların yer aldığı hikâyelere pek rastlamıyoruz. Belgesel sinemacı ve akademisyen Can Candan, bu değinilmeyen, dolayısıyla pek az bilinen konuyu Benim Çocuğum belgeseliyle anlatıma kavuşturuyor.
 
Lambdaistanbul LGBTT örgütüyle birlikte yıllardır çalışmalarını sürdüren LİSTAG (LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) bünyesinde özveriyle çalışan cesur ve gönüllü birkaç ebeveyn, yüzlerini saklamadan kamera karşısına geçiyor ve başlıyorlar anlatmaya: Çocuklarının cinsel kimliklerini ilk nasıl öğrendiler? Başta nasıl tepki verdiler? Bu durumu nasıl kabullenmeye başladılar? Neleri göğüslediler ve şimdi ne yapıyorlar? Tüm bu sorulara, belgesel boyunca teker teker cevap veriyorlar.
Belgeseli izledikten sonra beni en çok düşündüren konu, LGBTT olmanın beraberinde getirdiği “yük”tü. Ve bu yükün nasıl büyüdüğü ve paylaşıldığı. Çünkü –bilineni bir kez daha söylemek zorundayım– bu ülkede “farklı” olmak hiç kolay değil. Bazen taşıyamayacağın öyle çok yükün oluyor ki, nefes aldığın her an onlarla baş etmek zorunda buluyorsun kendini.
 
Benim Çocuğum’u uzun uzadıya anlatmak, belgeselin detaylarına ve içindeki anlatılara dalmak olacağından, “yük” meselesine odaklanarak süreci özetleyebiliriz: Deneyimi, bizzat ebeveynlerin ağzından dinliyoruz belgeselde. LGBTT bireyler, yani çocukları, bir şekilde “farklı” olduklarının ayırdına varıyorlar. Bu durumu ya kaldıramıyorlar ya da kaldırmakta zorlanıyorlar.
 
Bir süre sonra aileler de durumu öğreniyor, konuya dahil oluyor ve bu “yük”ü onlar da taşımaya başlıyor. Bu kez de ebeveynler düşünmeye başlıyor elaleme ne diyeceklerini. Sonra, dinledikçe, izledikçe, konuştukça ve anladıkça, yaşadıkları kırılmalarla farkına varıyorlar ki, LGBTT bireyler “ne yanlış ne de yalnız” bu dünyada. İşte o zaman şunu diyebiliyorlar: “Biz de ebeveynler olarak bu mücadelenin içinde, çocuklarımızın yanında olmalıyız.” Çünkü olabilirler!
 
Bir mücadeleye girişildiği zaman, hele de bu mücadelenin eylem ve yüzleş(tir)me boyutuna dahil olunduğunda, yandaş bulmak en zor ve en can alıcı konulardan biridir. LGBTT hareketi, mücadelenin yandaşı olarak “merkez”i, yani aileyi de kapsayabilirse, bu ülkede daha da güçlenecek ve çok daha hızlı, verimli, kalıcı sonuçlar elde edecektir. Türkiye’deki LGBTT mücadelesinde LİSTAG’ın kendine edindiği incelikli görevin önemi, kendini bu noktada gösteriyor.
 
LİSTAG, genel anlamda LGBTT mücadelesi içinde yer almanın yanında, çocukları kendilerine yeni açılmış (yani kimliğini ve cinsel yönelimini açıklamış) ailelere, bu süreçteki zorluklarla mücadele etmeleri için destek oluyor. Aradıkları cevaplar, dindirmeye çalıştıkları kaygılar konusunda yardımcı oluyor onlara . LİSTAG’da çalışan aileler, yakınlarının LGBTT bireyler olduğu gerçeğini kabul eden diğer ailelerle deneyim paylaşımında bulunuyor. Kendi yaşadıklarından yola çıkarak onlarla hem dayanışma içerisinde oluyor, hem de LGBTT kimliğine sahip olmanın ne anlama geldiği ve hangi gerçekleri içerdiği noktasında onları bilgilendirip, endişelerini dinleyip, konunun kırılma noktaları üzerine tartışarak, aralarına yeni ailelerin katılmasını sağlıyor. Bir anlamda, yardım ve destek yoluyla çoğalıp, kendilerini katbekat güçlendiriyorlar.
 
Önemli bir şeyi daha öğreniyoruz Benim Çocuğum’da: Ailelere açılmak için ille de akademisyen, entellektüel, kentsoylu ebeveynlere sahip olmak gerekmiyor. Basmasıyla, tülbentiyle ve gayet mutlu bakan gözleri ve gururlu tınlayan sözleriyle, “Ben oğlumun bütün sevgilileriyle tanıştım,” diyen teyzemiz, genellikle küçümsenen o “cahil”, “anlamaz”, “ahlak bekçisi” Anadolu insanının, yeri geldiğinde kim olabileceğini de gösteriyor bize.

O halde şunu diyebiliriz: Kimsenin doğduğu andan itibaren antifaşist, antimilitarist, antiseksist, antihomofobik olmadığı, Benim Çocuğum’la bir kez daha kanıtlanıyor. Ötekileştirici yaklaşımların karşısında durmayı yaşadıkça öğreniyoruz. Bu nedenle, Benim Çocuğum’u, trans çocuğuna ilk kez sutyen giydiren o annenin gözünden izleyebilir ve hissedebilirsek, işte o hiç bilmediğimiz ya da bildiğimizi sandığımız öyküyü dinlemiş, hatta anlamış oluruz. (ON8 Kitap) 


Etiketler: insan hakları, aile
İstihdam