18/01/2011 | Yazar: İlay Sidar

“Ötekileştirmeye her daim ihtiyaç duyan sistem, bir dönem LGBT bireylere yönelttiği nefreti, onların ‘normalleşmesi’ sonucunda göçmenlere,

“Ötekileştirmeye her daim ihtiyaç duyan sistem, bir dönem LGBT bireylere yönelttiği nefreti, onların ‘normalleşmesi’ sonucunda göçmenlere, Müslümanlara, çingenelere ve diğer azınlık gruplara yöneltti. Sistemin kendilerini bir dönem ‘anormal’, ‘günahkar’, ‘hasta’, ‘ahlaksız’ olarak niteleyip dışladığı LGBT bireyler bugün diğer azınlık grupları benzer nefretle dışlamakta.”
 
Boğaziçi Üniversitesinde ilki 2004’te yapılan Queer Kimlikler konferansının ikincisi, Transgender kimlikler üzerineydi. Seks işçiliği, örgütlenme deneyimleri ve sorunları, ayrımcılık gibi konular tartışıldı. ‘Queer’ kavramıyla ilgili tartışmalara, Queer Teori’de transgender yaklaşımlarına dair bir çerçeve çizilmedi ve transgender kimlikler ve Queer kavramı arasındaki bağ, katılımcılar için havada kaldı düşüncesindeyim.
 
Queer kavramı (yazının sonraki kısımlarında kuir olarak geçecek), sistem tarafından bize dayatılan bütün toplumsal cinsiyet normlarına bir karşı duruşu ifade eder. Amerika’daki, kapitalizmle iç içe geçmiş ‘gay life’a bir eleştiri olarak ortaya çıkmıştır. Gey kimliğinin, bu kavram ile kendini tanımlayan insanları belli kalıplar içine soktuğunu ve o kalıpları oluşturan yapıların altüst edilmesi gerektiğini savunur. Gey dendiğinde aklımızda beliren imgenin feminen erkek ve lezbiyen denildiğinde maskülen bir kadın olması, birbirinin değili olarak kurgulanan kadınlık ve erkeklik kavramlarının ve rollerinin yeniden üretilmesi ile ilgilidir. Kadın ve erkeğin tanımlanması gibi gey ve lezbiyenin tanımlanması da sorunludur çünkü insan değişkendir ve kişinin herhangi bir şeye veya birine olan arzusu da hayatı boyunca aynı kalmaz, sürekli değişir. Bunun yanında, Türkiye’de kimlik politikası yapan ve bunun yasal hak alma mücadelesini veren bir avuç insan olarak bizler, LGBTT sorunlarını dile getirmek adına kimliklerimizi haykırmak ihtiyacı içindeyiz.
 
Kuir teorisi, kendini kimlikler altında adlandırıp bu kimliklere ait normları yeniden üretmeye dair bir eleştiridir. Batıdaki birçok LGBT hareketinde olduğu üzere yasal hakları alma iddiasını ‘biz de sizin gibi normaliz’ söylemine dayandırılması sorunlu çünkü normalin tanımlanması zaten bir anormal tanımını da beraberinde getiriyor. İçinde yaşadığımız sistemin, karşıt ikilikler tanımlaması ve kendini bu ikilikler üzerinden var etmesi sürekli dışlamak, ikincileştirmek için bir öteki yaratmasını gerektirir. Avrupa ve Amerika’da bugün gözlemlediğimiz üzere LGBT hareketi kapitalizmle iç içe geçmiş, pride’lar büyük firmaların sponsorluğu eşliğinde, bir protestodan ziyade karnaval havasında gerçekleşmektedir. Batıda, uzun bir zaman önce ötekileştirildikleri için isyan eden LGBT bireyler, kendi varlıklarının sisteme bir darbe olduğunu unutarak sisteme haklar düzeyinde entegre oldular. Bunun yanında, ötekileştirmeye her daim ihtiyaç duyan sistem, bir dönem LGBT bireylere yönelttiği nefreti, onların ‘normalleşmesi’ sonucunda göçmenlere, Müslümanlara, çingenelere ve diğer azınlık gruplara yöneltti. Sistemin kendilerini bir dönem ‘anormal’, ‘günahkar’, ‘hasta’, ‘ahlaksız’ olarak niteleyip dışladığı LGBT bireyler bugün diğer azınlık grupları benzer nefretle dışlamakta. Bu; ötekisi olmadan var olamayanlık üzerine kurulu sistemin, en çok da toplumsal cinsiyet normlarının, kendisini medya, eğitim ve kurumlar gibi bütün araçlarıyla yeniden ürettiğini fark ettiğimizde, aslında eşcinsel, biseksüel veya transgender bir var oluşun tam da bu kalıplara bir karşı duruş olduğunu gözlemleyebiliriz. Ama yine popüler olan her şeyin içinin boşaltılması -içinin boşaltılmasıyla popüler olması da diyebiliriz- bağlamında, erkekliği/kadınlığı sorgulamamıza kapı açabilecek gey/lezbiyen/biseksüel/transgender varlığı, yeni bir toplumsal cinsiyet kalıbı olarak karşımıza çıkıyor.
 
Transgender kimlikler, kimlik algısının aynı zamanda bedensel bir değişimle birlikte gelmesi açısından, kuir teorisinde en önemli yerde duruyor. Transgender bireylerin batıda gey/lezbiyen/biseksüel kimliklere göre daha az kabul görmesinin altında da bu bedensel değişim yatıyor. Judith Butler’ın ortaya koyduğu gibi; kişinin cinsiyeti daha doğmadan belirlenmekte, doğduktan sonra o cinsiyetin toplumsal olarak gerektirdikleri ona öğretilmekte ve kişi o kalıbın içine sokulmaktadır. Ya kadın ya da erkek olmalıdır, arası yoktur. Bütün bu kurgunun içinde kişinin ‘hayır bu benim bedenim değil!’ demesi, toplumsal cinsiyet normlarının yapılanmasına temelden gelen bir isyandır.
 
“Queer, Türkiye ve Transkimlik” konferansında, kuir teorinin ve aktivizminin genel çerçevesini çizen, kuirin tanımlanması tartışmalı olsa da en azından hakkında fikir sahibi olabileceğimiz bir sunuşun olmaması, kavramın LGBT hareketi için bir şemsiye kavramı olarak algılanmasına neden oldu. Transgender kavramının kuir hareketindeki yerine ya da bu iki alanın kesişimine dair bir sunuş ve tartışma olmaması, bazı katılımcıların eleştirilerinde dile getirdiği gibi konunun biraz havada kalmasına yol açtı. Konuya uzaktan ilgi duyan veya bilmeden geçerken uğrayanlar yabancılık çektiler.
 
Konferansta en yerinde bulduğum konuşmayı yapan Ümit Ilgın Yiğit’in negatif enerji saçmakla suçlandığı (Ece Dorsay tarafından) nokta, kavramın içinin boşaltılmasına olan tepkisiydi. Tüm kimliklerin, kendilerini sorgulamaksızın toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üretmesine karşı gelişen kuir kavramı, şu anki LGBT hareketinde gey ve lezbiyenler için yeni bir kimlik haline geldi. Temelde kimliksizleşmeyi savunan ve her türlü normun altüst edilmesini amaçlayan kavram, kişilerin onu kimlik olarak üstlenmesiyle yeni bir trend olarak anlamsızlaşıyor. Eşcinseller ve transgender bireyler dışında sistem tarafından ötekileştirilen diğer bütün grupların kuir aktivizminin bir parçası olması bizi şemsiye kavram yanılgısına düşürüyor. Fakat buradaki en temel nokta, kuir kavramının sistemin kendisine dair bir karşı duruş olması. Bu yüzden –kuir kavramını anladığım kadarıyla- barlara partner bulmak için giden ve gündüz işyerinde heteroseksüel taklidi yapan geyler mesela, kuiri kimlik olarak üstendiklerinde kavram trend haline geliyor, içi boşalıyor, anlamsızlaşıyor.
 
Sonuç olarak, Türkiye’de yeni tartışılmaya başlanan ve sınırlı sayıda kaynağa ulaşabildiğimiz kuir teorisi ve aktivizminin böyle bir konferansta ele alınması, konuyla ilgilenenler için çok değerli. Aynı zamanda acil eylemlere ve çözümlere ihtiyaç duyan nefret cinayetleri sorununa dikkat çekmesi de. Fakat birçok transgender aktivistin de belirttiği gibi bu tür konferanslarda ‘sen ben bizim oğlanlar’ şeklinde konuları tartışmaktan öte, sokak aktivizminin nasıl geliştirilebileceğine de kafa yorulmalı. Mesela, farklı ülkelerden kuir aktivizm deneyimlerinin paylaşılması bu anlamda kafa açıcı olabilir. Kuir yoldaşlık, örgütlenmenin öneminin yanında, kişisel olarak da toplumsal bir dönüşümü tetikleyebileceğimizi söyler. Konferanstaki ‘üniversitede trans olmak’ sunumunu yapan Sema Semih, hayatına getirdiği bütün zorluklara rağmen kendi varlığının etrafındaki insanları nasıl etkilediğini, dönüştürdüğünü aktardı. Arkadaşlarının, ne kadar cesur olduğunu dile getirmelerinden rahatsız oluşunu, ‘bundan başka bir yol var mıydı?’ şeklinde ifade etti. Toplumsal normların bizlere dayattığı yaşamları inkar edip sadece kendimiz olmak ya da kendimizi bulmak üzere yola çıkmak, gerçekleştirmek istediğimiz toplumsal dönüşümün en önemli adımı. Diğer yandan, sadece kendisi olmak istediği için seks işçiliği yapmak zorunda bırakılan ve ölümle iç içe yaşayan trans bireyler için kişisel aktivizmin ötesinde, dayanışma bağlarıyla güçlendirilen bir hareket örgütlenmeli.  
 


Etiketler:
İstihdam